9 Nisan 2024 Salı

Doğanbey Köyü

Bazen insanın içini afakanlar basar, daralırsınız, uyku dahi tutmaz. Bir tarafta ekonomik sıkıntılar, artan ihtiyaçlara yetişememe, bitmeyen istekler, iş bulamamak, çarşı pazarda devamlı artan fiyatlar, çevre kirliliği, gürültü, karmaşa, trafik, gönül işleri, okul taksitleri, kız ya da oğlan evlenecek ama para yok, ödenecek senetler, elektrik, internet, su faturaları, apartman aidatları, bir de bunlar yetmezmiş gibi salgın.
Yukarıda yazdıklarım günlük hayatımızdan kesitler. Bunlardan birini ya da birkaçını belli bir azınlık dışında yaşamayan var mıdır acaba?
Bu afakanlar bastığında ve daraldığınızda yeter artık her şeyden uzak kafamı dinleyeceğim bir yere gideyim de kısa da olsa biraz rahat edeyim dediğiniz zamanlar olmuştur.
Ama nereye?
Böyle bir yeri biliyorum. İsmini de yazının başlığında yazdım.
Şimdi size bu şirin beldenin yerini yazacağım ve onunla ilgili kısa bilgi de vereceğim.
Doğanbey köyü, Aydın ili Söke ilçesine 30 km. uzaklıkta, Milet ve Priene gibi antik uygarlıkların merkezindeki Mykale dağlarının (Dilek Dağları) bir yamacına konuşlandırılmıştır. Mübadelede Yunanistan’a göç eden Rumların yaşadığı köydür. Rumların zamanında ismi odalar anlamına gelen Domatia iken buraya yerleştirilen göçmenlerle beraber adı, Doğanbey olarak değiştirilmiştir.
80’li yıllarda ise köy sakinleri, verimsiz ve rüzgarlı yamaç topraklarında tarım yapamadıklarını ileri sürerek deniz kıyısına inmeye karar vermişler ve kendilerine yarattıkları bu yeni yaşam alanına Yeni Doğanbey ismini koymuşlar.
Terk edilmişliğin doğal sonucu olarak doğa şartlarına zaman içerisinde karşı koyamayan evlerden bir kısmı, yıkılmış bir kısmı da harap bir halde ayakta kalabilmiştir. Sakin ve huzur içerisinde yaşamayı arzu edenlerden bazılarının buradaki harap evleri Rum mimari tarzında restore etmelerinden sonra; köy, eski güzelliğine kavuşarak Ege ve hatta Anadolu’nun en karakteristik, kendine özgü köylerinden biri haline gelmiştir.
Ben Doğanbey köyüne bilerek gitmedim. O gün İzmir’den o tarafa Milet ve Priene antik şehirlerini gezmeye gitmiştim. Programımda bu köye uğramak yoktu. Uzun bir yaz günü olmasına rağmen İzmir’e gidiş geliş ve iki antik şehri gezmenin tam günümüzü alacağını ve programımızı dolduracağını düşünüyordum. Ancak düşündüğümden daha kısa zamanda programı tamamladık ve buraya kadar gelmişken ve daha fazla uzaklaşmadan fazladan bir yer görebilir miyiz derken köyün yol tabelasını gördüm ve direksiyonu o tarafa kırdım.
Bazen görmeyi arzu ettiğiniz bir yere giderken daha öncesinde detaylı, zaman alan bir çalışma ve arkasından planlama yaparsınız. Ya da yol tabelalarına kendinizi bırakır onlardan birisinin içgüdülerinize dürtüsüne uyarsınız. Anadolu’da bu tabelaları takip ettiğinizde son derece güzel doğallıklar, kültürel ve tarihi zenginlikler görme şansınız çok yüksek. Hepsi birbirinden değişik ve karakteristik özelliklere sahip bu yerler bakımından Anadolu dünyadaki en zengin bölge. O tabelaları takip edin hiç pişman olmazsınız.
Köye geldiğimizde araçla köyün içine kadar giremediğimizden aracı boş bir alana park ettik ve köye doğru yürümeye başladık.
Üzerimize çeki düzen verdik. Köyden neşeli kahkahalar ve müzik sesleri geliyordu. Bulunduğumuz yerden göremediğimiz kalenin ve köyün sahibi olan derebeyinin güzeller güzeli kızının bu gün doğum günü idi. Derebeyinin kızı için düzenlediği doğum günü partisine biz de davetli idik. Kaleyi gördük ve içeri girdik. Neşeli bir kalabalık ve kulağa hoş gelen bir müzik. Dans edenlerin arasına katılıyor ve çılgınca eğleniyoruz.
Merhaba hoş geldiniz diye bize hitap eden köy sakinin sesi ile kendimize geliyor ve Doğanbey’de şimdiki zamanda yaşadığımızı anlıyoruz.
Köy uzaktan bizi sihirli havası içerisine alarak büyülendiği için ilk anda bu hayale kapılmamak mümkün değil. Arnavut kaldırımları üzerinde yürürken bu sihirli hava kısa bir süreliğine de olsa bizi başka bir zamana ışınlıyor.
Mikale Dağı’ndan gelen dağ rüzgarının, denizden gelen Akdeniz esintisi ile karışımından oluşan baş döndürücü kokteyli solurken; taş duvarlardan oluşan sokaklarında dolaşmanın o huzur verici rahatlığını içimize sindiriyoruz.
Restore edilmiş, yıkılmış ya da yarı yıkılmış taş binalar bu köyün kendine has muhteşem cazibesi. Bir de bunlara renk veren zakkum ve begonvillerin beraberliği, ortaya çıkan resmin göze daha da hoş gelen görüntüsü.
Yakın bir tarihe sahip bu köyün görüntüsü, sanki ortaçağı yansıtan yağlı boya tablolar gibi. Batmakta olan güneşin her taş duvara vuran renklerini hissederek en büyük iki sanatkar insan ve doğanın müştereken yarattıkları muhteşem bir tablo. Bu kadar çok farklı renkler kullanılarak ortaya konulan bu tablonun içerisinde yaşayarak sokakları gezmek heyecan verici bir rüya gibi.
Anadolu’nun bir çok köyünde görmeye alıştığımız asırlık ağaçları burada da görmek, eski bir dosta rastlamış gibi. Burada yaşanmış acı, mutluluk, aşk ve heyecanlara tanık olmuş bu ağaçların dili olsa da bize her şeyi anlatabilseler. Bunun imkanı olmadığından, burada yaşanmış hayatları ancak hayallerimizde canlandırıyoruz.
Sessizliğin hüküm sürdüğü bu köyün sokaklarındaki huzur içerisinde kendinden geçercesine uykuya dalmış kediler de hayatlarından memnun. Sokak aralarında hafif bir esinti şeklinde dolaşan rüzgarın sesine eşlik eden kuş seslerinin duvarlardan yasayarak kulağımıza gelen nağmelerinin bize verdiği çeşitli duygular içerisinde kendine özel bir yerde bulunduğumuzun farkına varmamak imkansız.
Anadolu, her seferinde insanı şaşırtacak kadar çok sürprizlerle dolu. Sahip olduğu zenginliler saymakla bitmez, gezmekle tükenmez ve de bir hayata sığmaz.
Doğanbey de, işte bu zenginliklerden birisi hatta örneğinin en fark yaratanı. Anadolu’nun yakın tarihini yansıtmasına rağmen doğa ve insanın ortaklaşa sanat eseri. Büyük bir kazanım. Görülmesi gereken bir belde.
Priene ve Milet gibi antik şehirleri ziyaret etmeyi planladığınızda bu köyü de planınıza dahil ederek programınızı ona göre yapın. Ancak benim önerim, yalnızca Doğanbey’e gitmek ve orada geceleyecek şekilde kalmanızdır.
Hoşça kalınız.

olay.salcan@gmail.com
olaysalcan.blogspot.com

Fotoğraf Galerisi:
















4 Nisan 2024 Perşembe

Miletos (Milet) Antik Kenti

Didim’deki Apollon Tapınağı’nı ziyareti planlıyorsanız 20 km. kadar ilerisinde bulunan Miletos (Milet) Antik Kenti ile buraya çok yakın olan Priene Antik Kentini de ziyaret etme şansını da yakalamış olursunuz.
Bonus olarak da Rumlar’ın mübadele sırasında terk ettiği civardaki Doğanbey Köyü’ne uğrayıp güzel bir gezintiyi takiben; çınarın altında son derece güzel bir ortamda, huzur ve sessizliği dinleyerek bir bardak çay içebilirsiniz. Bu da, çok eski çağlardan yakın zamana doğru bir yürüyüşün keyifli bir sonu olur.
Tüm yorgunluğunuzu attıktan sonra dinlenmiş olarak aracınızla evin yolunu tutarsınız. Akşam saatlerinde eve geldiğinizde güzel bir yemekten sonra dinlenirken yoğun, ancak keyifli bir günü yaşadığınızı daha iyi anlarsınız. Bir fincan kahveden sonra zamanda yolculuk yaptığınızın fark edersiniz. Bir zaman diliminden diğerine ışınlanmış gibi hisseder insan kendini.
Esasında dünyada bu gibi yerleri bir günde gezebilen nadir insanlardan birisiniz. Bunu Anadolu’da yaşadığınız için yapabiliyorsunuz. Yani tam bir ayrıcalık. Anadolu’da yaşamak şans ya da tesadüf değildir; atalarımızın bize armağanıdır. Bu armağanı çok iyi kullanmak ve korumak hepimizin görevidir.
Şunu unutmayın ki, dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar dar bir alanda farklı ve geçmişleri 5.000 yıl evveline kadar geriye giden bir iki medeniyeti değil bundan çok daha fazlası olan medeniyetleri göremezsiniz. Çünkü Anadolu bu bakımdan dünyanın en zengin ülkesidir. Diğer ülkeler ile kıyaslandığında açık ara öndedir.
Ben sadece yer yüzeyine kazılarla çıkarılmış kalıntılardan söz ediyorum. Bir de hala toprağın altında, toprağın üstündekinden daha fazla tarihin bilinmeyenlerine ışık tutacak ya da tarihin yeniden yazılmasına neden olacak kalıntılar var. Gün geçmesin ki yeni bir kazı çalışma faaliyetinin haberini medyada görmeyelim.
Bu yazımda sizlere Milet Antik Kenti’nden kısaca bahsedeceğim. Zamanının en önemli ve tarihin akışını değiştirmiş şehirlerinden birisidir Milet. Bu gün yüzüne çıkarılmış harabeleri gezerken bu gerçeği göz önünde bulundurmakta fayda vardır.
İyon medeniyetinin Anadolu kıyısındaki en büyük ve önemli liman kentlerinden birisi olan klasik Yunanca’da Miletos, Latince’de Miletus olarak bilinen Milet, tarihçi Heredot’a göre İyonya’nın mücevheridir.
Tarihi M.Ö. 3.500 yıllarına kadar geriye giden bu 5.500 yıllık, dikey ızgara sistemi temelli şehir mimari yapısı uygulanan kent, çağımız şehirlerine de örnek olacak niteliktedir. Deniz aşırı kolonileri ile zenginleşen şehir, en parlak dönemini M.Ö. 8. ve 7. yy. yaşar. M.Ö 546’da Persler tarafından işgal edilmesinden daha sonra da Roma Dönemi’nde bağımsız bir şehir olarak varlığını devam ettirir. Ancak, zamanla, Ege’deki pek çok antik kent gibi Büyük Menderes nehir ağzının çoğu kez değişmesi ve toprakların alüvüyonlarla dolması sonucu denizle olan bağlantısını yitirerek ticari açıdan zayıflayıp önemini yitirir.
Milet şehrine, ‘Filozoflar Şehri’ de denilmektedir. Gerçek anlamda tarihin ilk filozofları kabul edilen ve felsefe tarihinde çok önemli bir yerde bulunan Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros, Milet’te yetişmişlerdir. Öyle ki o yıllarda (M.Ö. 600 – 550) kendilerine Fizikçiler Okulu denilen okul da açmışlardır. Bu nedenle eskiden beri şehire Filozoflar Şehri adı verilmiştir.
En parlak dönemlerinde kent, 4 büyük limana sahipti. Bu da şehrin hem askeri ve hem de ticari olarak ne kadar önemli bir şehir olduğunu göstermektedir. İki limanın girişi, 2 aslan heykeli arasına bağlanan zincir ile kapatılıyordu. Bu aslan heykelleri nedeni ile Aslanlı Liman diye adlandırılmışlardır. Üçüncü liman, Athena tapınağına yakınlığından dolayı Athena limanı adını almıştır. Kentin doğusundaki kumsal kıyı, ise dördüncü liman olmuştur.
Milet ile ilgili ilk yazılı kaynaklar, Geç Bronz Dönemi’ne ait olup Hitit kaynaklıdırlar. Hitit Kralı olan II. Murisili’nin vaka namelerinde Milet’in adı Millawanda şehri olarak geçmektedir. Bu yazılı belgelerden Milet şehrinin o zamanlar bir Hitit şehri olduğu anlaşılmaktadır.
Bir koloni olarak kurulan Milet, M.Ö. 6 ncı yüzyılın birinci yarısında Karadeniz kıyısında bulunan Trabzon, Sinop ve Kırım’ı da içine alan 90 adet koloni şehri kurarak bir deniz imparatorluğu haline gelmiştir.
Milet, Lidya’nın gelişmesine paralel olarak Lidya Kralı ile olan mevcut bağlarını kuvvetlendirmiştir. Ancak M.Ö. 547’de Lidya Kralı Kroesus’un Pers Akiment İmparatorluğu’na mağlup olması ile birlikte Pers İmparatorluğu’nun hakimiyeti altına girmiştir.
Milet, M.Ö. 304’de Büyük İskender tarafından Perslerin elinden alınmıştır. Büyük İskender’in ölümünden sonra da M.Ö.313’de Antigones ve M.Ö. 301’de Selevkidler tarafından zapt edilmiştir.
M.Ö. 133’de Bergama Kralı’nın ülkesini Roma İmparatorluğu’na miras olarak bırakmasının sonucu olarak da Roma İmparatorluğu’nun idaresi altına girmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları olarak bölünmesinden sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nun yönetimi altında kalmıştır.
11.yüzyıl sonlarında Selçuklular’ın Anadolu’yu işgal etmeleri ile birlikte Türkmen göçmenler Ege Kıyılarına yerleşmeye başlamışlardır. Selçuklular zamanında Milet Limanı, yine Venedikliler ile ticaret yapmak maksadıyla kullanılmıştır. Birinci Haçlı Seferi’nden sonra Bizanslılar tarafından Ege kıyıları tekrar zapt edilmiştir.
Selçukluların Moğollar’a Kösedağ savaşında yenilmelerinden sonra Milet, Menteş Oğulları’nın eline geçmiştir.
En sonunda da Osmanlıla’ın eline geçmiştir.
Milet’in tarihi çok ama çok kısa olarak bu kadar. Şimdi şehirden zamanımıza kadar kalıntı olarak gelebilmiş belli başlı eserlere bakalım.
Kentte ilk girişte sizleri Helenistik dönemde 5300 kişilik olarak inşa edilen, daha sonra Roma döneminde 15 bin kişilik kapasiteye ulaştırılan, Yunan-Roma tipinin en güzel örneklerinden biri olan Milet tiyatrosu karşılar. Sahnenin ayakta kalan parçaları ve katlar arasındaki galeriler, tiyatronun en şaşalı zamanındaki atmosfer ve enerjisini canlı tutmaktadır. Tiyatrodaki tonozlu geçitler ise çok iyi korunmuşlardır.
Bouleuterion (meclis binası) M.Ö. 175-164 yıllarında yapılarak Apollon, Hestia (Ocak Ateşi Tanrıçası) ve halka adanmıştır. Oturma yerleri tiyatroda olduğu gibi geniş yarım daire şeklindedir ve 1500 kişi alma kapasitesine sahiptir. Kendi türünün en görkemlisidir ve daha sonra bu yapıya bir de sahne eklenmiştir.
Kent merkezinde üç katlı inşa edilmiş ve Nymphaion adı verilen anıtsal kent çeşmesi bulunmaktadır.
Ayrıca Anadolu’daki en büyük Roma hamamlarından biri olan Fauistina Hamamları’nın kalıntıları, bu kentte mevcut kalıntılar içerisinde en göze çarpanıdır. Hamamın içindeki havuzun hemen yanı başında Maiandrios (Nehir Tanrısı) heykeli ile aslan figürlerinin kopyası bulunmaktadır. Kopya da olsa bu heykelin varlığı buraya bambaşka bir hava vermektedir.
Athena Tapınağı, M.Ö. 5. yüzyılda inşa edilen anıt bir tapınaktır. Ayrıca şehrin en eski binasıdır.
Kaldırım taşları Roma İmparatoru Trajan tarafından onarılmış 100 .m. uzunluğunda ve 28 m. genişliğindeki Kutsal Yol, şehir içerisindedir.
Kutsal Yola açılan şehrin savunma maksadıyla yapılmış Kutsal Kapısı da vardır. M.Ö. 5. yy.da Roma İmparatoru Trajan tarafından restore ettirilmiştir.
Antik kentin girişinde sadece Milet değil Didim Apollon Tapınağı ve Priene Antik Kenti’nden gün yüzüne çıkarılan bulguların da sergilendiği Milet Müzesi de yer alıyor. Buraya kadar gelmişken bu müzeyi de ziyaret etmeden ayrılmayın.
Sonunda Milet’i de gezerek Didim Apollon Tapınağı ve Priene Antik Kenti’nden oluşan üçlemeyi tamamladık. Buna bir de Doğanbey Köyü’nü de dahil edince keyfimize diyecek yok. Yazımın başında da belirttiğim gibi Türkiye tarihi eser ve gezilecek ören yeri bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden değil; en önde gelen ülkesidir.
Bu gün, yer yüzüne çıkarılan kazılara ilave olarak yurt genelinde çok sayıda kazı çalışması yapılmaktadır. Anadolu’nun tarihini çok iyi bilen, tarihi kalıntılar hakkında araştırmalar yapan ve konu ile ilgili kitaplar okuyan Ulu Önder Atatürk “Anadolu’daki büyük medeniyetler burada değilse nerede aranacaktır? Türk sanatı, tarihi bütün insaniyet için araştırma sahasını burada bulamayacaksa bu sanat aşıkları hangi çöllere saldıracaklardır.” diyerek, arkeologları Anadolu’da kazılar yapmaya davet etmiş ve konun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.
O kadar ki, hasta yatağında dahi bu konu ile olan ilgisini kesmemiş, Vize kazılarında çıkarılan bazı kalıntılar isteği üzerine kendisine götürülerek gösterilmiştir. Bundan büyük bir memnuniyet duyan Atatürk “Kazılara devam ediniz; memleketimizin kültür zenginliklerini daha çok bulacaksınız.” demiştir.

Hoşça kalınız.
olay.salcan@gmail.com
olaysalcan.blogspot.com

Fotoğraf Galerisi:















28 Mart 2024 Perşembe

Apollon Tapınağı, Didim

“Tarih araştırmalarında arkeoloji ve antropoloji başta gelir, tarih bu bilimlerin çıkardığı belgelere dayandıkça sağlam temelli olur. Çağdaş uygarlığı anlayabilmek, kavrayabilmek, dünyadaki eski uygarlıkları, insanlığın ilk uygarlıklarını doğru tanıyabilmekle mümkündür” diye topluma seslenen Atatürk, arkeolojinin tarihin ortaya çıkarılmasında, yazılmasında ve gelecek nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynadığını önemle vurgulamıştır. Birçok medeniyetin yaşadığı Anadolu topraklarının da arkeoloji için bitmez tükenmez bir kaynak olduğunu belirmiştir.
Bu nedenle O, Türk toprakları altında yatan zengin kültür hazinelerinin Türk arkeologları tarafından çıkarılması ve halk tarafından değerlerinin bilinerek korunmaları için çeşitli imkânlar hazırlamıştır.
Atatürk’ün arkeoloji konusunda hazırladığı imkanların en güzel belgelerinden bir tanesi; zamanın Başvekili olan İsmet İnönü’ye gönderdiği 19.02.1931 tarihli telgrafıdır.
Bu telgrafta Atatürk;
“Son inceleme gezilerimde çeşitli yerlerdeki müzeleri ve eski sanat eserlerini de gözden geçirdim.
1. İstanbul’dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da bulunan müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de yabancı uzmanların yardımıyla tasnif edilmektedir. Ancak memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz hazineler halinde yatmakta olan eski uygarlık eserlerinin ileride tarafımızdan ortaya çıkarılarak ilmi bir şekilde koruma ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden çok harap bir halde olan abidelerin korunmaları için Müze Müdürlüklerine ve kazı işlerinde kullanılmak üzere (arkeoloji) uzmanlarına şiddetle ihtiyaç vardır.
2. Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir tahribat içinde bulanmalarına rağmen, sekiz asır evvelki Türk medeniyetlerinin gerçek mimari şaheserleri sayılacak kıymette bazı binalar vardır. Bunlarda bilhassa Karatay Medresesi, Alaeddin Camii, Sahip Ata Medrese Camii ve türbesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli Camii derhal ve acele olarak onarıma muhtaç durumdadırlar. Bu tamirin gecikmesi ve abidelerin tamamen tamamen ortadan kalkmasına sebep olacağından, özellikle asker tarafından kullanılanların boşaltılmasını ve tamamının uzman kişiler kontrolünde onarımının temin edilmesini rica ederim.
19.2.1931 Gazi Mustafa Kemal
22 Aralık 2023 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda bakanlığının bütçe görüşmelerinde konuşan Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy, özetle şu bilgileri vermiştir:
“Ülkemizin muazzam arkeolojik mirasını gün yüzüne çıkarmak için yerli yabancı kurtarma ve sualtı kazısı, yüzey araştırmaları gibi çeşitli alanlardaki çalışmaları kademeli olarak artıracak ve 2026 yılında yıllık 800 seviyesine yükseltmiş olacağız. Halihazırda 2023 yılı sonunda 720 arkeolojik çalışma sayısına ulaşacağımızı öngörmekteyiz ki bu şimdiden Türkiye’yi dünyanın en çok kazı yapan ülkesi konumuna getirdiğimizi göstermektedir. Antik kentlerimizin ziyaretçi sayısını yüzde 47 oranında artırdık. Son altmış yılda Türkiye’de arkeolojiyle ilgili yapılanlara eşdeğer işi önümüzdeki dört yılda tamamlamayı hedefliyoruz. Bu, yürütülen çalışmalarda yıl başına 15 katlık artış demektir.”
Yukarıda bu günden 93 yıl öncesine ve bu güne ait iki söylem var. Atatürk, memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz hazineler halinde yatmakta olan eski uygarlık eserlerinin ileride tarafımızdan ortaya çıkarılarak ilmi bir şekilde koruma ve tasniflerinin gerekliliğini belirtirken; Anadolu’nun tarihi eser bakımından zenginliğini vurguluyarak bu eserlerin korunmalarını belirtmiştir. Bu sözlerle geçmişi ortaya çıkarırken bunların gelecek nesillere en iyi şekilde aktarılmalarını da vurgulamak istemiştir.
İkinci söylem de ise 100 sene öncesinden büyük bir ileri görüşlülükle Atatürk tarafından verilmiş direktifler ışığında bu güne kadar yapılan faaliyetlerin özeti bulunmaktadır. Yine Atatürk’ün belirttiği Anadolu’nun zengin tarihi yeraltı kaynaklarının direktifleri doğrultusunda yer üstüne çıkarılması ve gelecek nesillere aktarılması için sürdürülecek arkeolojik çalışmaların artarak devam edeceğine ve korunacağına dair projelerin üretildiği belirtilmektedir.
Anadolu ile ilgili bir yazı yazarken Anadolu’nun tarihi ve doğal zenginlileri ile dünyada ilk sırada olduğunu ve diğer ülkelerin Anadolu’nun yanına bile yaklaşamayacaklarını; dünyada tarihi yeniden yazacak bir ülke varsa onun da Anadolu olduğunu ve Anadolu’nun dünyanın merkezi olduğunu hep belirtmişimdir. Göbekli Tepe, Harbetsuvan Tepe, Karahan Tepe ve Küllük Tepe gibi muhteşem örnekler sadece bir kaç tanesidir.
Bu yazımda sizlere Türkiye’nin sahip olduğu muhteşem bir tarihi eserden, Apollon Tapınağı’ndan söz edeceğim.
Anadolu’da her tarihi anıtın bir efsanesi vardır. O efsaneler bu tarihi hazinelerin sesleri gibidirler. Halk ağzında asırladır söylene söylene bu güne kadar gelmişlerdir. Yer altında olup bu güne kadar yer yüzüne çıkarılamamış arkeolojik eserlere yalnızca efsanelerde rastlanır. Bunlara uzmanların değerlendirmeleri vardır ama ortaya çıkarılacak zamanı beklemektedirler.
Gelin yazımıza biz de bir efsane ile başlayalım, Zeus’un Leto’dan olma, Letoon’da doğan ve Artemis’in ikiz kardeşi olan Apollon, bir gün Didim civarında bir geziye çıkar. Apollon, aynı zamanda sanatın, şiirin, müziğin, güneşin, ateşin tanrısıdır ve çok güzel lir çalar. Gezinti sırasında aynı zamanda kehanet gücüne sahip olan Apollon’un yolunun üstüne Brankhos isimli bir çoban çıkar. Aralarında kurulan dostluk sonunda Apollon, kehanet hakkındaki sırlarını Brankhos’a öğretir. Sonunda Brankhos burada Apollon Tapınağı’nı inşa eder.
Apollon tapınaklarından Didim’deki Apollon Tapınağı benzerleri, Efes Antik Kenti’ndeki Artemis Tapınağı ile Yunanistan Delfi’deki Apollon Tapınaklarıdır.
Antik çağlarda kehanet kültürü, Antik Yunan toplumunda son derece popüler olmasına rağmen diğer toplumlarda da yaygın olarak görülmektedir. Bunu yazınca aklıma “Bu günkü durum farklı mı acaba?” sorusu geldi.
Üç ana kısımdan oluşan Apollon Tapınağı’nın, muazzam sütunlarının yarattığı görkemli bir görüntüsü var. Giriş alanında 22 metre uzunluğa sahip muhteşem tek bir sütun, tüm dikkatleri üzerine çeker. İkinci kısım ise, merdivenlerin inilmesiyle girilen iç kısımdır. İki kenarda yer alan uzun tünellerden üçüncü kısıma geçilir. Son derece büyük olmasının yanı sıra bir avlu havası görüntüsü verir. Toprak zeminli alanın her kenarında süs oymalı taşlar bulunur. Bu taşlar buranın görüntüsüne olumlu bir katkı sağlarken tapınağın zenginliğinin de göstergesidirler. Uzunluğu 120 metre, yüksekliği 25 metre olan tapınakta 122 sütun dikilmesi planlanmış ama sadece 72’si kullanılabilmiştir.
Milet Antik Kenti’nin, Tanrı Apollon ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Bu bağa göre Miletus, Apollo ile Akakallis’in oğludur ve Miletus, günümüz Karia Bölgesinde büyümüş ve Milet Antik Kentini kurmuştur. Miletos isminin hikayesinin bu mitolojik öyküyle başladığı düşünülür. Milet antik bölgesinden başlayan Kutsal Yol’un Apollon Tapınağı’ndan geçerek Artemis Tapınağına kadar ulaştığı değerlendirilmektedir. Zamanında yolun iki tarafında bulanan heykeller, yola görkemli bir görüntü vermekte idi.
Asırlar geçse de yapımı tamamlanamamış bu muhteşem eser, hala bir restorasyon çalışmasına ihtiyaç duymaktadır. Şu andaki görkemli görünüşü ile kendisine bakanları etkisi altına alan bu tapınağın restorasyon çalışmaları tamamlandıktan sonra halinin muazzam olacağını ve dünyadaki Antik eserler arasında ilk sırayı alacağından hiç şüphe duymuyorum.
İlk zamanlarında bir kuyu ve küçük bir kulübe ile başlayan ve dünyanın dört bir tarafına kehanet konusunda şöhreti yayılarak insanların akın akın ziyaretlere geldiği muhteşem bir merkez haline gelmesi dikkat çeken ve sorgulanması gereken bir konu. Bu gün de medyada kahinlik yapanların varlığı ve bunlara olan ilginin boyutları göz önüne alındığında dünden bu güne değişen bir şey olmadığı görülüyor.

Hoşça kalınız.
olay.salcan@gmail.com
Fotoğraf Galerisi


















19 Mart 2024 Salı

Priene Antik Kenti


Anadolu ile ilgili en son yazdığım yazıda Teos antik kentini anlatmaya çalışmıştım. Yazıyı da “Aracıma binip Teos arkamda uzaklaşmaya başladıkça benim de aklımdan bundan sonra tarihte geriye doğru giden merdivenin hangi basamağında olacağım merakı vardı.” cümlesi ile bitirmiştim.
Sonunda merakımı giderecek yeri buldum: Priene antik kenti. Anadolu’da fazla aramaya gerek yok. Aracınızla bir yerden diğerine giderken yol üzerinde bulunan levhaları takip ederseniz turizme açılmış böyle yerleri bulmakta hiç zorlanmazsınız. Benim gibi buna da gireyim, bunu da göreyim derseniz, ya gece yarısı eve ulaşır ya da bir yerde gecelersiniz.
Eğer bir yerden tekrar aracınızla geçme fırsatınız var ise bu gibi yerleri not alın, sonra buradan geçerken ziyaret edebilirsiniz. Eğer fırsatınız yoksa katiyetle gezin. Hepsi birbirinden değerli ve dünya tarihine ışık tutan ve tarihi yeniden yazan bu değerleri atlamayın. Bunları gördükçe ne kadar zengin değerlere sahip olduğumuzu anlayacak ve benim gibi Anadolu sevdalısı olacaksınız. Dünyanın hiçbir ülkesinde yolunuzun üzerinde geçerken bu kadar tarihi esere rastlayamazsınız. Çok ama çok şanslıyız. Bunu değerlendirin ve bu ülke için turizm ve turistin ne kadar önemli; turistler için de Anadolu’nun ne kadar değerli olduğunu görün. Bu gibi yerleri gezerken yabancı turist sayısının yerli halkımızdan daha fazla olduğunu genellikle gözlemliyorum. Ancak bu sayının zaman içerisinde artarak devam etmesini görmek ileriye olan ümitlerimi ve beklentilerimi arttırıyor.
Memnuniyet verici bu durumun gelişerek devam etmesinde turizm açısından yapılan bilinçli, planlı, programlı ve inançlı çalışmaların katkısı var. Bunu Anadolu’yu gezerken, tatil yaparken ve ören yerlerini dolaşırken görüyor ve son derece gurur duyuyorum.
Beni son derece mutlu eden olumlu gelişmelerden birisi de Ankara’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Altındağ Belediyesi işbirliğinde gerçekleştirilecek olan projedir. Binlerce yıldır farklı medeniyetlere ev sahipliği yapan başkentin kalbindeki tarihi bölgelerde, 4 etaplık dev kentsel dönüşüm projeleri için düğmeye basılmış olması gurur vericidir.
Bu projelerin hayata geçirilmesi ile başkentin çehresinin değişeceği ve Ankara’nın 2023'ün marka şehir olacağı belirtilmiştir.
Son derece iyi düşünülmüş bu proje, yalnızca Ankara için değil; Anadolu turizm ateşinin bir kıvılcımıdır.
04 Temmuz 2019 tarihinde www.turizmhaberler.com’da yayınlanan yazımda aynen şunları yazmıştım. “Anadolu’da yabancı ziyaretçi turizmi yok denecek kadar az. Yalnız ağırlıklı olarak iki şehirde (İstanbul ve Antalya’yı kastediyorum) yabancı turizmi yapılarak bunu tüm Anadolu’ya mal etmek, gerçekçi değil.Yukarıda saydığım şehirlerden benim en çok dikkatimi çeken Ankara’dır. Anadolu, dünyanın merkezi; İstanbul başşehri (şimdi olmasa bile ileride olacağına inanıyorum); Ankara, Türkiye’nin başkentidir. Ankara, Anadolu’da bulunan şehirlerin büyük bir çoğunluğuna İstanbul’dan daha yakındır. Ayrıca Anadolu’nun kendisine has özelliklerini İstanbul’dan daha çok Ankara yansıtır. Ankara’da turizmi geliştirmeden ve gelen yabancı sayısını arttırmadan Anadolu’da yabancı turist sayısının ve turizm çeşitliğinin arttırılamayacağına inanıyorum.
Anadolu’da yabancı turizminin yaygınlaştırılması ve ziyaretçi sayının arttırılmasına katkıda bulunabilmek için Ankara’yı yabancı ziyaretçi turizminde örnek bir şehir haline getirmek, Anadolu’da turizm ateşini yakmak olacaktır. Bunun için de kültür değerlerinin geliştirilmesinin yanında sanat ve eğlenceye öncelik verilmeli; Ankara, uluslararası sanatın Türkiye’deki öncüsü; eğlencesi ile renkliliği ve coşkusu olmalıdır. Kurtuluş mücadelesinin yürütüldüğü Ankara’nın Anadolu’da turizmin yaygınlaştırılmasında merkez olabilecek en önemli şehir olacağına inanıyorum. Sahip olduğu değerlere ve imkanlara ilaveten başkent olması da onun bu görevi en iyi yapabileceğinin kanıtı olsa gerek. Ancak her faaliyette olduğu gibi turizmde de en önemli unsur, insan faktörüdür. Ne kadar iyi niyetli, ne kadar iyi planmış, ne kadar parasal imkanlara sahip olursa olsun istekli, bilgili, bilinçli ve coşkulu insanınız yeterli değilse projelerin hayata geçirilmesi ve devamlılığının sağlaması tehlikeye girecektir”
Ben yazdım da bu proje oldu diyemem. Böyle olmadığını çok iyi biliyorum. Benim yazımı okumadıklarını ve adımı bile bilmediklerinden son derece eminim.
Peki ne oldu da bu projeye başlandı. Bana kalırsa cevap çok basit. Aklın yolu birdir. Yalnızca Ankara’nın merkezinde değil, Anadolu’nun merkezinde oluşan bu projenin Anadolu’ya yayılarak Anadolu’nun turizmde hak ettiği yere gelmesinde örnek olması açısından son derece yararlı sonuçlara neden olacağına inanıyorum.
Önemli olan projenin; bilgili, bilinçli, becerikli, inançlı ve ehil ellerde gerçekleştirilmesidir. Yoksa Anadolu’da bir çok örneğinde gördüğümüz ve beni son derece üzen görüntüler oluşur. Kültürümüzü yaşatıyoruz diye bilgisiz, plansız, programsız ve ehil olmayan ellerde yapılan yanlış restorasyonlarla telafisi mümkün olmayan, hiçbir değeri kalmayan yığınlar meydana gelir.
Geçen Şeker Bayramı’nda Safranbolu’ya gittim. Her fırsatta ziyaret ettiğim Anadolu’nun bu muhteşem şehri beni her zaman mutlu eder. Çünkü yalnızca Anadolu’nun değil dünyanın sayılı değerlerinden birisidir. Tüm dünyayı dolaşıyorum, hiçbir yerde geçmişi Safranbolu’da yaşadığım kadar gerçekçi ve dolu dolu yaşamıyorum.
Bayramın ikinci günüydü ve Safranbolu, son derece kalabalıktı. Sokaklarda insanların çok sayıda olması memnuniyet verici; ancak bu kalabalığa araçların da karışması son derece can sıkıcı bir durum. Gerçekte Safranbolu’nun tarihi alanı, bir açık hava müzesidir. Çünkü burada her birine ait özel değerlere sahip binalar sergilenmektedir. Bunlar, kaybedilmeleri halinde yerine konulamayacak kadar kıymetli, değeri ölçülemeyen ve özel korumaya alınması gereken eserlerdir. Bir müzede araçların dolaştığı görülmüş müdür? Zaten yollar dar, insan çokluğundan kalabalık, bir de bu dar sokakta yayaların arasından korna çalarak geçmeye çalışan onlarca araç. Tam bir karmaşa. Bu karmaşanın içerisinde tedirgin ve rahatsız olan insanlar; şehrin ortasındaki ufak meydanda yolcu indiren ve bindiren, sıraya girmiş otobüs ve minibüsler; görüntü kirliğinin yanında gürültü kirliliği; bu araçların yaydığı eksoz gazından dolayı yarattıkları hava kirliliği; tüm bunlar bir araya geldiğinde bu muhteşem müzede tüm eserlerin zarar görmemesi kaçınılmaz.
Safranbolu, yalnızca bugün için değil gelecek nesiller için de saklanması gereken olağanüstü bir değerdir. Yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın gelecek nesillere aktarılacak mirasıdır. Bu nedenle de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilmiştir. Benim gördüklerimle bu listede uzun süre kalmasının tehlikede olduğunu değerlendiriyorum. Bu mirasın devamının ve UNESCO listesinde kalmasının sağlanmasının sorumluluğu, yetkililere ait olduğundan daha fazlası Safranbolu halkına aittir. Daha çok kazanayım derken elinizde olanları da kaybedebilirsiniz. Sahip olduğunuz değerler, kayıplarından sonra bir daha yerine konulamayacak kadar muhteşem eserlerdir. Safranbolu’dan hayal kırıklığı ve ilerisine doğru duyduğum karamsarlıkla ayrılıyorum. Yazının başlığını okuyunca biz Priene antik şehri ile ilgili bir yazı okuyacağımızı sanıyorduk, ama sen şu ana kadar ondan hiç söz etmemişsin diye şikayet ettiğinizi duyar gibiyim. Gerçekten de çok doğru. Özür dilerim. Konu Anadolu olunca, gördüklerimi sizlerle paylaşmaktan kendimi alamıyorum. Belki fırsat bulamam diye de burada bahsettim. Umarım beni bağışlarsınız. Gelelim Helenistik dönemin en önemli yerleşim yerlerinden birisi olan ve döneme ait son derece önemli bilgilerin elde edildiği Priene antik şehrine. Miletos ve Efes gibi bir iyon şehri olan ve Söke’ye 15 km. mesafedeki Güllübahçe mahallesi bölgesinde bulunan Priene Antik Kenti, Miletos’lu bir mimar olan Hippodomos’un ızgara şehircilik planına göre kurulmuştur. Şehir ızgara şehircilik planının ilk uygulandığı şehir olarak da tarihe geçmiştir. Eski adı Mykale, bugün ise Samsun dağı diye adlandırılan dağın yamacına yaslanmış olan ve çam ağaçları ile kaplı, kuş cıvıltıları ile şenlenen şehir, ilk kurulduğunda deniz kıyısında iken, zamanla Menderes nehrinin kıyıyı doldurmasıyla bu günkü konumu ile denizden uzakta kalmıştır. Bugünden 2700 öncesine kadar eski bir tarihe sahip olan Priene, Anadolu’da antik dönemlerden en iyi bir şekilde ayakta kalabilmiş şehirlerden birisidir. Araç park yerinden etrafı surlarla çevrili bu şehrin giriş kapısına doğru tırmanan bir yolda yürürken yükselen her yerden Söke ovasına doğru baktığımda görünen manzara son derece güzel. Güneşin batmasına az bir zaman kaldığından ışık da çok değişken. Özellikle bu zamanda burada olmaya çaba gösterdim. Aylardan Ağustos olduğundan hava sıcak ve bunaltıcı. Bu saatler, bu aylarda ideal zaman. Aksi halde bu tepeye tırmanmak oldukça zor olur. Giriş kapısına ulaştığımda sağ tarafımda, oldukça iyi durumda bulunan istinat duvarı eşliğinde merdivenlerden yukarıya doğru tırmanmaya devam ediyorum. Zorlu bir yolculuk ama zaman zaman nefes almak bahanesiyle arkaya dönüp baktığımda ovanın tamamını görebiliyorum. Şehir gerçekten çok güzel bir manzaraya sahip, bu ovanın zamanında deniz olduğu aklıma gelince kafamda yarattığım manzaranın daha da güzel olacağı kaçınılmaz. Şehir halkını çam ormanına düzgün bir şekilde yerleştirilmiş evlerinin terasından kuş sesleri içerisinde, Akdeniz’in mavi sularına bakarken hayal etmeye çalışıyorum. O zamanlarda insanlar keyiflerine düşkünmüşler. Anadolu güzel, Ege güzel, Akdeniz güzel ama hayat hepsinden daha da güzel. Duvar bittiğinde sağ tarafımda biraz daha yukarı doğru taşlarla döşenmiş yolu görüyorum. İşaretlerden hamam, tiyatro, bouleuterion burada ve ben de o tarafa doğru yürümeye başlıyorum.
TİYATRO.
Roma çağında yapılan ilave ve değişikliklere rağmen Hellenistik karakterini korumayı başarmıştır. M.Ö. 3. yüzyılda inşa edilen yapı, zamana, doğaya ve insanoğluna karşı en iyi şekilde ayakta kalabilmiştir. 5.000 kişi kapasitelidir.
Tiyatro aynı zamanda halk meclisinin toplantılarını yapmak için bir araya geldiği yer olarak da kullanılmakta idi.
Tiyatroyu daha iyi görebilmek ve fotoğraflayabilmek için seyircilerin oturduğu sıraların en üstüne kadar çıkıyorum. Sahnenin karşısında, sahneyi yarım daire şeklinde saran arkalıklı bir bank ile onun çeşitli yerlerine konuşlandırılmış üst düzey yetkililerin oturduğu beş koltuğun bulunduğunu görebiliyorum. Ayrıca bu bankın ortasında her antik tiyatroda olduğu gibi tanrı Dionysos’a adanmış sunak da duruyor.
Sahne binası da iki katlı ancak şu anda tek katı ayakta kalabilmiş. Aşağıya indiğimde ilk işim üst düzey yetkililerin oturduğu koltuklardan birisine oturmak oldu. Zamanında sahnede bir eser oynanırken buradan eseri seyretmek çok daha güzel olsa gerek.
BOULEUTERİON
Tiyatronun hemen önünde Priene’nini en iyi korunmuş ikinci yapısı olan Bouleuterion bulunuyor. Kare görüntüsündeki bu yapının ortasında bir sunak ve üç kenarında da yukarıya doğru yükselen oturma yerleri bulunuyor. Bu basamaklarda toplam 640 kişi oturabilmekte idi. Zamanında ahşap çatı ile örtülmüş bu bina yukarıya doğru yükselen oturma yerleri ve diyagonal merdivenli dikdörtgen dinleyici yeri ile yakın zamanın modern mimarisine örnek olmuştur.
ATHENA TAPINAĞI
Bu antik ören yerindeki en önemli ve görülmez ise olmaza doğru ilerlemeye başlıyorum. Kentin en yüksek yerine kurulmuş bu tapınak, aynı zamanda en eski yapısı.
Yapımına M.Ö. 350 yılında başlanan bu tapınağın mimarı, Pytheos’dur. İnşasına mali destek veren Büyük İskender, tapınağın kendisine ithaf edilmesini istemiştir.
Şu anda ayakta kalan beş sütunu vardır. Bu beş sütunun şu andaki görüntüsü, bile tapınağın eski haliyle ne kadar muhteşem olduğunun güçlü bir delilidir.
AGORA
Antik kentlerin görmeye alıştığımız agorasındayım. Priene’deki agora şehrin merkezinde bulunmakta. Agoranın üç tarafı, Yunan kentlerinde görülen ve halkın güneşten ya da yağmurdan korunmasını sağlayan stoalar ile çevrilmiştir.
Burası halkın toplandığı, ticaret ve festivallerin yapıldığı bir meydandı. Agora alanı ve stoaların önleri heykellerle dekore edilmişti. M.Ö.130 yılında Kapadokya kralı 6. Ariarathes tarafından yaptırıldığı kitabesinden belirlenen ve Kutsal Stoa diye isimlendirilen stoa, agoradaki en görkemli yapılardandı.
Şehrin yukarıda belirttiğim önemli yapılarına ilaveten Demeter Tapınağı, Yukarı Gymnasion, Aşağı Gymnasion, Mısır Tapınağı, Büyük İskender’in evi, Bizans kilisesi, nekropol ve konut alanlarını da görebilirsiniz.
Kendine özgü şehir planlamacılığı ile öne çıkarak diğer şehirlere de örnek olan bu antik kenti tarihin sayfalarında bırakıp başka bir antik şehri ziyaret etmenin hayalleri içerinde terk ediyorum.
Hoşça kalınız.


olay.salcan@gmail.com
https://olaysalcan.blogspot.com/
Fotoğraf Galerisi