21 Aralık 2012 Cuma

HİNDİSTAN/ Varanasi-Cennetin Kapısı


Gezdiğim gördüğüm yerlerin içerisinde beni en çok etkileyen, kesinlikle Varanasi’de gördüğüm dini litüreldir. Ben bir gittiğim ülkeye bir daha gitmemeye karar verdim. Nedeni de çok görülecek yer var. Tamamını görmeye imkan yok. Görmek istediklerimin tamamını görmek için de ne zaman ne de para yeter. Ancak Hindistan bu kararın dışında kalıyor. Eğer fırsat bulursam Varanasi’yi de kapsayan bir gezi için Hindistan’a bir defa daha gitmeyi arzu ediyorum.

Varanasi’de Ganj Nehri üzerinde, sabahın erken saatlerinde güneş doğmadan başlayan ve güneşin doğuşu ile yükselişe geçip tepe noktasına ulaşan büyük bir olayın, yalnızca Varanasi’de olan bir olayın tanığı olacağız. Bu öyle bir olay ki, ruhsal, duygusal, görsel, insanoğlu bunu nasıl yapar diye düşünebileceğimiz, akıl almaz bir olay. İnsanoğlunun inancının doruk noktası.
Her şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Bizler yalnızca seyirciyiz. Bu olaydan keyif mi alalım, yoksa ders mi bilemiyoruz. Tam bir ikilem içerisinde kalıyoruz. Bence en iyisi, kendimizi olayların akışına bırakmak. Yalnızca görmek. Nasıl olsa bizde bu müthiş olay bir iz bırakacaktır.
-Hinduların Haç Yeri-
Varanasi, Hinduların haç yeri. İnsanlar buraya akın akın geliyorlar. Hindistan’da şehirler zaten kalabalık, bu kalabalığa bir de hacı olmak için gelenleri ilave ederseniz sokaklarda yatan insanların durumunu tahmin etmek hiç de zor olmayacaktır.


Hinduların inanışlarına göre; insanlar öldükten sonra farklı canlıların bedenlerinde tekrar tekrar dünyaya geri dönüyorlar. Ancak bunun da bir sonu var. Yaşamlarında kazanabildikleri karmaya göre, ruhların bu dünya ile ilgileri kalmıyor ve ebedi yaşama katılıyorlar. Ebedi yaşama sahip olmanın en kestirme yolu da Varanasi’de ölmek. Çünkü Varanasi’de ölenin ruhu artık ölümlü bir bedende yaşam bulmuyor, sürekli cennette kalıyor.

-Ganj'da Dini Ritüel-
Varanasi’de en önemli olay, Ganj nehrinde Hinduların dini törenlerini ve ölülerinin yakılmalarını izlemek. Bu da sabahın erken saatlerinde oluyor. Bu nedenle de sabah saat 05:00 de kalkıp Ganj’a gidiyoruz. Tekneye binecek ve tüm törenleri uzaktan tekne içinde gezerek göreceğiz.

 

Bize ayrılan tekneye binebilmemiz için “Ghat”a ulaşmamız gerekiyor. “Ghat” denilen yerler, aslında Ganj nehrine doğru inen beton merdivenler. Biz de tekneye bineceğimiz ghatın merdivenlerinden teknemize doğru inerken, uykusundan yeni kalkan ve sabah dini ibadeti için hazırlıklarını yapan bir saduyu fark ediyoruz. Meraklı gözlerle onun davranışlarını takip ederken, o ise bizim varlığımızdan hiç haberdar değilmiş gibi umursamaz bir tavır içerisinde.



Merdivenlerin en alt basamağında iki genç kız ellerinde içinde mum olan küçük çelenklerle bizi karşılıyorlar. Bunlar tekne gezimiz sırasında mumlarını yakarak nehre bırakacağımız sarı çiçekler. Birer tane alıyor ve teknemize biniyoruz. İki genç delikanlının kürekle hareket ettirdiği bu teknelerde Ganj üzerinde yavaş yavaş yol almaya başlıyoruz.


-Cennetten Gelen Nehir-
Hindu inanışına göre Ganj, ölümlülerin günahlarını yıkamak için cennetten geliyor. Sanki zaman burada durmuş gibi. Ganj bile, o kadar yavaş akıyor ki, hiçbir akıntıyı fark edemiyoruz. Teknemiz de bu durağanlığa uymuş yavaş yavaş ilerliyor. Ghatlardaki Hindular, şimdiden ruhani coşkuya ulaşmışlar. Merdivenlerde zaman zaman durarak, doğmak üzere olan güneşe yüzlerini çevirip dualarını yapıyorlar. Nehre ulaştıklarında ellerindeki çiçeklerin mumlarını yakarak nehre bırakıyorlar. Ruhani bir ortama güzellik katan çiçek ve ışık, bambaşka bir hava yaratıyor.

 Binlerce Hindu, erkekli kadınlı, genç ihtiyar hep beraber ibadetlerini yapıyorlar. Anlatılması zor, ancak görülmesi gereken bir manzara. Kadınlar rengarenk sarileriyle bir renk cümbüşü yaratıyorlar. Sonunda amaç, günahlarının Ganj tarafından temizlenip cennete gidebilmeleri. Bu maksatla da kendilerini Ganj’ın sularına bırakıyorlar ve ellerindeki bakır taslarla kutsal su ile bedenlerini yıkıyorlar. Zaman zaman da sularını içiyorlar. Hatta şişelere doldurup bu kutsal suyu evlerine götürüyorlarmış.


Günahları temizlediğine inanılan Ganj’ın sularının temiz olduğunu kimse söyleyemez. Hindular hariç. Çünkü onlar Ganj’ın asla kirlenmeyeceğine inanıyorlar. Bizim gördüğümüz ise çok farklı. Nehir, çok ama çok kirli. Tüm kanalizasyon ve sanayi artıkları nehre akıyor, ayrıca çamaşırlar ve bulaşıklar da burada yıkanıyor. Daha da önemlisi ölenlerin bedenleri de Ganj’a bırakılıyor. Binlerce kişinin tifodan öldüğü bir gerçek. Ancak inanış çok güçlü.


-Sessizliği Dinlemek-
Tam bir sessizlik var. Biz de bu sessizliği bozmamak için teknede hiç konuşmuyor, kutsal sularda kutsanan insanların ruhani davranışlarını seyrediyoruz. Binlerce hindu cennete gitmek ve ebedi varlığın bir parçası olabilmek için buradalar. Bizlere çok garip, ama o kadar da muhteşem görünen bir manzara. İnsanoğlunun karakterinde bir inanışın ne kadar büyük boyutlara ulaşabileceğinin en güzel örneği.

Bir Hindunun hacı olabilmesi için, Ganj nehri kenarında ismi belli beş tane ghatı ziyaret etmesi gerekiyor. Ölünce de küllerinin Ganj’a savrulması ile bu işlem tamamlanıyor. Bunların tamamlanması ile de cennete gideceğine inanıyor. Ölü yakma işlemi, odunların üzerine yerleştirilen ölü bedenlerin yakılması ile gerçekleştiriliyor.


Ölüler cinsiyetlerine ve yaşlarına göre süslü kumaşlara sarılıyor ve yakma yerine tahtalara bez gerilerek yapılmış sedyeyle taşınıyorlar. Ancak Hindu inancına göre herkes yakılmıyor. Örneğin yüksek rütbeli rahipler, hamile kadınlar ya da bebekler Ganj'a yakılmadan konuluyor. Bu nedenle de Ganj üzerinde gördüğümüz birçok yüzen cesedin nedeni bu.


-Varanasi'de Herşey Farklı-
Yavaş yavaş güneşin Ganj Nehri üzerine yansıttığı o muhteşem ışıklarını görüyoruz. Etrafa yaydığı kızıllık bu ortama en uygun renk. Tüm hinduları ve insanlığı kutsar gibi. Ölüleri yakmak için yanan ateşler kırmızı, güneşin rengi kırmızı. Kırmızı burada hem yaşamın hem de ölümün rengi.


Karşı sahilde ibadet yapanların yanında yoga yapanlar, bulaşık ve çamaşır yıkayanlar dikkat çekecek kadar fazla. Yabancı olduğu belli genç sarışın bir kız, bir sadu ile birlikte yan yana güneşin doğuşuyla birlikte yoga yapıyorlar. Güneşin kendilerine vuran kızıl ışıklarının yarattığı gizemli hava içerisinde farklı görünüyorlar. Birkaç grup insan da ilahiler eşliğinde yoga yapıyorlar.

Şimdi bu muhteşem görüntüye müzik de karışıyor. Ortamın gizemli ve çarpıtıcı olması için her şey var. Bizler de kendimizden geçercesine bu muhteşem görüntüyü seyrediyor ve bu anı yudum yudum tadıyoruz. Çünkü bu manzarayı ancak Varanasi’de yaşabiliriz. Gezip görmenin, insanlara verdiği en büyük keyif ve ayrıcalık. Ben, bunları televizyondaki belgesellerde de seyrediyorum diyebilirsiniz, ama yerinde görünce farkı fark ediyorsunuz.


Şimdi güneş biraz daha yükseldi ve kızıllığı daha da güzel. Bu, dindar bir Hindu için olabilecek en güzel an. Tüm ghatlardaki Hinduların büyük bir huşu içerisinde ibadetlerini yaparken ortaya çıkan havanın çevreye yaydığı olumluluk, bizi de pozitif olarak etkiliyor. Ganj’ın ve Varanasi’nin maddi kirliliğini unutup, manevi temizliğin tadını çıkarıyoruz.

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: OLAY SALCAN

10 Ekim 2012 Çarşamba

Akdenizle Çöl Rüzgarlarının Harmanlandığı Yer: TUNUS


Son zamanlardaki “Arap Baharı” diye adlandırılan demokratik hareketlerle adından çok söz edilen Tunus’a yolum düştü. Gitmeden önce bir çok arkadaşım bölgedeki olaylar nedeniyle "güvenli bir ülke" olmadığı noktasında uyardılar. Uyarılar beni durdurmaya yetmedi. Tunus'u kendim görmek ve deneyimlemek istedim.  Bundan önce de bazı ülkelere ziyaretim olduğunda, aynı uyarılarla karşılaşmıştım. Bunların medyada yayınlanan bazı haberlerin tek taraflı ve yanlış değerlendirmeleri olduğunu da o ülkeleri gezdiğimde anladım.
Tunus’a gidip gördüğümde de ne kadar haklı olduğum bir kere daha ortaya çıktı. Tunus, son derece sakin, güvenli ve gidip görülecek bir ülke. Gerçekten orada hem sonbaharı hem de "Arap baharı"nı birlikte yaşadım. Türkleri de çok seviyorlar. Özellikle Türk olmanız, ayrıcalıklı olmanız demek. Zaten Türklere "kardeş" diye hitap ediyorlar.

Tunus, her şeyden önce bir Akdeniz ülkesi. Akdeniz’in o büyülü havasını burada da hissediyorum. Tunus’un en büyük özelliklerinden birisi de beyaz badanalı, mavi kapı ve pencereli, çatısız evleri. Bunlara o güzelim işlemeli kapılar da eklendiğinde göze hoş gelen bir görüntü ortaya çıkıyor.

Şu bir gerçek ki, Akdeniz’de denize girmek, nefis deniz ürünlerini tatmak başlıbaşına bir keyif.  Işıl masmavi bir deniz, upuzun kumsallar, sahil boyunca uzanan denize sıfır lüks oteller, tarih, kültür, misafirperver bir halk ve çok daha fazlası var Tunus'da...
Sahip olduğu eşsiz değerlere bugüne kadar sahip olmadığı demokrasiyi ekleyerek kendisine yeni bir gelecek oluşturma çabaları içerisinde olan Tunus’u yerinde tanımak, güzel insanları ile birlikte, güvenlik içerisinde bir müddet beraber olmak için; Tunus, gezi listesinin şimdiden başına konulacak bir ülke olmayı hak ediyor.

Uçağımız "Tunus" adı ile anılan başkentine gece geç saatlerde indiğinden hemen odama dinlenmeye çıkıyorum. Güzel bir uyku ve enerji veren güçlü bir sabah kahvaltısının ardından ilk önce başkenti keşfetmeye başlıyorum. Otelden adımımı dışarıya attığım anda kendimi bu güzel ülkenin cazibesine kapıldım diyebilirim. Tunus'da geçirdiğim bir hafta rüya gibiydi. Rüya aleminden aklımda kalanları sizlere aktarmaya çalışacağım. Tabii ki her gezdiğim yeri ve gördüklerimi sizlere burada anlatmak mümkün değil. Daha ziyade beğeneceğinizi umduklarımın bazılarını aktaracağım. Tunus hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız, yalnızca gitmenizi öneririm. Öğrenmenin en güzel yolu bu.

Kentin en önemli ana caddesi Habib Burgiba. Gündüzleri çalışma hayatının hareketli kalabalığına, akşam saatlerinde ise iki taraflı kafelerinde nargilelerini tüttürürken, sıcak çaylarını içen insanların sakinliğine sahip.


Başkentin önemli bir yeri olan bu bulvarın her iki ucundaki 7 Kasım ile Bağımsızlık meydanları, bu bulvara ifade ettikleri ile bir farklılık katıyorlar.

-ESKİ KENT EL MEDİNE-
Tunus’un geleneksel el sanatlarının tezgahlarda sergilendiği “suk” denilen inişli çıkışlı, labirent gibi sokaklarında yürümek geçmişe yapılan bir yolculuk gibi. Zaman, sanki burada durmuş. Bir turistin gittiği yerde görmeyi hayal ettiği yerlerden birisi bu suklar.

Kapalı çarşı, Osmanlı mimarisinin güzel ve alışılmış örneklerinden birisi. Dışarıdaki sıcak ve rutubetli havadan sonra, buradaki serin hava iyi geliyor. Cana yakın satıcıları, kendine özgü rengarenk vitrinleri ile çarşının sonuna ulaştığımda dikkati çeken eser, her yerden görülen kare biçimli minaresiyle Kuzey Afrika’nın en büyük camilerinden birisi olan "Zeytin Camisi"
İnşasına 732 yılında başlanan, 13 asırlık geçmişi ile 5 bin metrekareye kurulmuş muhteşem bir tarihi eser. Camide dikkatimi çeken, klasik geleneksel kıyafetleri ile dolaşan; içeride ve avluda uyuyan Tunuslular. Daha da önemlisi Kartaca antik kentinden getirilerek caminin inşaatında kullanılmış 160 sütun.


Başkent’te çok sayıda Osmanlıdan kalma tarihi eser var. Hatta şunu söyleyebilirim ki en güzel eserler Osmanlı eserleri ve hala kullanılıyorlar. Hükümet meydanında hastane dahil devlet tarafından kullanılan bir çok bina Osmanlılardan kalma. Hepsi tek tek görülmeye değer.

-KARTACA VE HANNİBAL -
Gebze’ye gittiğimde mezarını saygı ile ziyaret ettiğim tarihin en büyük politikacı ve askerlerinden olan Hannibal’in memleketi Tunus. Başkent yakınlarında harabeleri bulunan Kartaca, bir zamanlar Hannibal ile Roma İmparatorluğu’na zor zamanlar yaşatmış ve çok uğraştırmış. Hannibal, 30 kadar savaş fili ve yaklaşık 30 bin askeriyle müthiş zorluklarla dolu, inanılmaz bir yol kat ederek; İber Yarımadası, Pireneler ve Alpler'i aşıp, kuzey İtalya'ya girer ve önemli çarpışmalarda Roma ordusunu bozguna uğratır. Roma’ya kadar gelen Hannibal, Roma’yı yıkmaz. Daha sonra Romalılar toparlanıp Kartaca'ya saldırır, Hannibal’ı yener ve Kartaca’yı yıkarlar. Onun Romalılara yapmadığını; Romalılar Kartaca’ya yapar. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde olan Kartaca, Başkent’e çok yakın.


SİDİ BOU SAİD
Akdeniz’in mavi rengi ile dalgalarının köpüklerinin beyaz renginin karada yansıması ve yasemin kokulu Sidi Bou Said. İnsana huzur veren bir yer. Birbirine yakın, gölgelerinin üst üste geldiği beyaz badanalı evlerinin, mavi kapı ve pencereleri ile verdiği sakin görüntüsü insanı dinlendiriyor.


Tarihte önemli bir yer tutmuş ve Roma İmparatorluğu’na zor anlar yaşatmış Kartaca sahilllerinde yer alan, küçük ama çok şirin kasaba. İsterseniz Akdeniz’e bakan lokanta ve kafelerinde, isterseniz dar sokaklarının kesiştiği köşe başındaki gölgeli ve serin kafelerde bir bardak Akdeniz’in havası ile tatlandırılmış çayınızı içerken yorgunluğunuzu atabilirsiniz.

Hediyelik eşya dükkanlarındaki çeşitlilik ve renkliliğin bu şirin kasabaya kattığı canlılığın cazibesinden kurtulmaya çalışmayın. Bırakın kendinizi, baş döndürücü yasemin kokularını soluyarak Sidi Bou Said’in insanı rahatlatan güzelliğinde ve dar sokaklarında kaybolun, güzelliklerin tadını çıkarın. Emin olun Akdeniz, Sidi Bou Said’de bir başka güzel.

-AMFİTİYATRO-EL JEM-
Roma İmparatorluğu’nun ihtişamının bugüne kadar gelmiş büyük bir göstergesi olan amfitiyatro, küçük bir kasaba olan El Jem’de bulunuyor. Bu küçük kasabaya girildiğinde insan, böyle muazzam bir tarihi eserle karşılaşacağını hiç ümit etmiyor. Evet amfitiyatroyu görmeye geldim, ama insanı gördüğünde büyüklüğü ve heybeti ile bu kadar şaşırtan bir eser beklemiyordum.

Yapılışı 3. yüzyıla kadar giden, gerçekten son derece iyi korunmuş bir eser bu. Benzeri Roma’daki Colosseum’dan daha küçük olan bu tiyatro, 35.000 kişi alan seyirci kapasitesi ile insanı kendine çekiyor. Seyirci yerlerine oturup döğüşlerin yapıldığı arenaya baktığınızda kendimi bir anda gladyatörlerin birbirleri ile yaptığı kanlı döğüşlerini izler buluyorum. Kılıç ve mızrak şakırtılarını, seyircilerin coşku dolu bağırmalarını duyabiliyorum. Bir kapının açılıp kana susamış arslanların alana doğru koştuğunu görebiliyorum.

KAIROUAN
Kairoun, 670 yılında Hz. Muhammed’in sahabelerinden Ukbe Bin Nafi tarafından kurulmuş, dünyanın dördüncü Müslüman merkezlerinden birisi olması nedeni ile Müslümanlar tarafından özel bir öneme sahip Kuzey Afrika’nın ilk kutsal şehri. Şehirde sahabe ve evliyaların türbeleri, camiler ile her yıl Hz. Muhammed’in doğumunun kutlandığı Ulu Cami bulunmakta.


688 yılında yapımına başlanan ve Kuzey Afrika’nın en büyük ibadet yerlerinden biri olan Kairounan Cami, yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusu, güneş saati, Roma ve Bizans döneminden kalma 365 adet sütun üzerinde duran tavanı, dış avludaki sütun ve kapılardaki işçiliği ile insanı büyülüyor.

İlk bakışta kapılarındaki işçiliğin aynı olduğunu zannediyoruz. Dikkatli baktığımızda caminin kapılarındaki işçiliğinin, tamamen farklı olduğunu görebiliyoruz ki bu da camiyi diğerlerinden farklı kılan bir özellik. Ancak bana göre en büyük özellik, caminin dışındaki Sahabe mezarları. Araplarda mezar adeti olmaması nedeni ile bu mezarlar beyaz güzellikleri ile Tunus’a çok büyük değer katıyorlar.


Burada görülecek en güzel eserlerden birisi olan Hz. Muhammed’in berberi Abi Zamaa El- Balavi’nin türbesi, Endülüs ve Türk izlerini taşımakta.

-TUNUS NASIL BİR ÜLKE?- 
*Tunus; 3000 yıllık tarihi ile dünyada önemli bir yer işgal etmiş, Akdeniz Medeniyeti’nin önemli merkezlerinden birisi.
*Kartaca, Roma, Bizans, Arap, Osmanlı ve Tunus medeniyetlerinin güzel örneklerini sergileyen çok önemli bir müze niteliğinde bir ülke.
*Kültür ve tarihi değerlerinin yanında uzun kumsalları, deniz ve güneşi ile Akdeniz’in güzelliklerinin yaşanacağı bir ülke.
*Güneyden sapsarı sahra çöllerinin sıcak havasının Akdeniz’e geldiğinde serinlediği, Afrika ruhunun Akdeniz ritmine ulaştığı ışıl ışıl bir ülke.

*İnsanlarının sevimli, misafirperver olduğu, güvenli bir ülke.
*Demokrasiyi kabul etmiş ve bunu geliştirmek için her türlü çabayı gösteren, bu konuda samimi ve içten önerilere açık bir ülke.
Tunus’daki en önemli turizm faaliyetlerinden birisi de, çöl turizmi. Bunun için çok iyi organize olduklarını söylüyorlar. Eylül ayında gittiğim için bu fırsatı iklimin müsait olmaması nedeniyle kaçırdım. Çöl bu aylarda hala çok sıcak olduğundan, kasım dahil kış aylarında bu faaliyetleri programa dahil ediyorlarmış. Sırf bu nedenle Tunus’a bir kere daha gidilebilir diye düşünüyorum.

Tunus mutfağı çok geniş değil. Değişik tatlar yok. Ancak "Tacin" denilen özel kaplarda hazırlanmış bulgur yemeği çok lezzetli ve farklı bir yere konulmalı. Bunu tavuklu, etli, balıklı ve sebzeli yapıyorlar. Hepsi son derece güzel ve farklı lezzette. Tunus’a gidildiğinde muhakkak yenilmesi gereken yiyeceklerin başında geliyor.



Sözün kısası Tunus; güvenli, gidilecek, görülecek ve yaşanacak bir ülke. 

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: Olay Salcan

3 Ekim 2012 Çarşamba

Fidel Castro Ölmeden Küba'yı Gör!


Che, "Fidel’e Şarkı" (Canto a Fidel) adlı şiirinde Küba adasını yeşil bir timsaha benzetir ve Fidel’e seslenir:
“Hadi gidelim şafağın ateşli peygamberi,
kimselerin bilmediği gizli yollarda buluşalım,
kurtarmak için o aşkla sevdiğin yeşil timsahı…”

Tüm gezginlerin arasında dolaşırdı bu söz ve daha görmediğim bu ülke için ben de aynı cümleyi kurardım: "Fidel Castro ölmeden Küba’yı gör".

İlkinde turla gittiğim ülkeyi nasıl gezebileceğimi öğrenip, bir sonraki sene tek başına Kübalılar arasında 20 gün geçirdikten sonra bu önerinin haklılığını anladım. Her ne kadar Kübalılar Fidel’den sonrası ile ilgili sorularıma "Devrim tek kişinin omuzlarında mı duruyor?" diye cevap verseler de, Fidel’in aynı karizmaya yaklaşamayan kardeşi Raul’un, başka ülkelerde yaşayan ve genellikle para gönderen akrabalar ve internet aracılığıyla öğrendikleri dış dünyayı özleyen bu halkı bu koşullarla yönetmeyi sürdürmesi zor görünüyor.


1990’lara kadar bu yegane sıcak iklim sosyalist ülkesinin turistleri doğal olarak doğu blokundan gelmiş. SSCB'nin çöküşünden sonra ortaya çıkan finansal sıkıntıyı gidermenin yolunu kapıları batılı turistlere açmakta bulmuşlar. Turizmle birlikte bir zamanlar Amerikan mafyasının kumar ve eğlence merkezi olan bu güzelim adada turistlere kaçak puro, ucuz yatak, kadın ve daha ne isterseniz sağlayan jineterolar türemiş bile. Hatta turizmden gelir sağlayan Kübalılar zengin olmaya başlayınca, yıllar boyu okuyup çalışmanın anlamsızlığına inanmaya başlamışlar. Ve sorular birbirini kovalıyor: "Küba, kapılarını açtığı küresel turizm rüzgarıyla kendi sonunu mu hazırlıyor?", "Bunca zaman Amerikan emperyalizmine direnen Küba devrimi, turizm karşısında değer mi yitiriyor?", "Bu kaçınılmaz bir değişim mi, yoksa Küba kendi arzusuyla değişen dünyaya ayak uydurmaya mı çalışıyor?"


Ancak değişiklik zamanının geldiğini savunanlar ve bekleyenlere karşılık "her şeye rağmen Küba direnecek" diyenlerin sayısı da az değil. Duygularınız coşar, gençliğinizin idolü Che ile ilgili okuduğunuz her şey beyninizde geçit yaparken "Viva Che" diye bağırırsanız, sokaktaki sıradan insanların sol yumruklarını kaldırıp "Viva Cuba, Viva Che" diye karşılık verdiklerine tanık olursunuz.


Ama somut gözlem şudur: Kübalılar tüm ambargolara, yoksulluğa rağmen hala en gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden daha neşeli, daha sağlıklı, daha mutlu ve en güzeli daha onurludurlar ve Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni dünya düzeni, ABD'nin Fidel başa geldiği günden beri süren yıkma girişimleri, suikastler ve ambargolara rağmen ayakta kalabilmeyi başarabilmişlerdir. Ülkeye gönül bağı olanların böyle bir geziden sonra Küba’ya ve Küba halkına sevgisinin ve saygısının artmaması olası değildir.


Küba yolculuğuna herhalde herkes gibi Ciudad de La Habana’da, yani başkent Havana’da başladık. Aylardan Mart, hava çok sıcak. Havana şehri üçe ayrılmış: 1982’de UNESCO kültürel mirası listesine alınan Habana Vieja, yani "Eski Havana", şehrin kültür merkezi "Vedado" ve Centro Habana, yani "Havana Merkez". Bunların içinde en güzeli devrimden sonra halka dağıtılan eski ihtişamlı evleri ve sokaklarıyla Eski Havana bölgesidir. Turizmden gelen parayla merkezden başlayarak arka sokaklara doğru yayılan bir restorasyon programı çerçevesinde yenilenen geniş bahçeli, iç avlulu bu koloni tarzı evler şehrin tüm geçmişini anlatıyor. Eski binalarla birlikte devrim öncesinden kalan 50'li yılların Amerikan otomobilleri görüntüyü tamamlıyor.


Sovyet mühendislerin zamanında Lada motorları taktığı klasik Amerikanlar ülke insanının renkli giyim sevdasına eşlik edercesine rengarenk dolaşıyorlar. Eski Havana'nın en güzel yerlerinden sahil caddesi "Malecon"da oturup aşıkların kol kola ellerinde rom şişeleriyle geçişini seyrederken insan onların romantizmine kendini kaptırıveriyor. Washington’daki Capitol’un birebir kopyası olan eski başkanlık sarayı "El Capitolio" ise nereye giderseniz gidin sonunda önünüze çıkıyor.


1400’lerde Colomb’un ayak bastığı ada, daha sonra kölelerin toplanma yeri olarak kullanılmış. 1590 yılında kurulan ülke, 1895’te bağımsızlığını ilan ettiğinde, İspanya Latin Amerika’daki son kalesini kaybetmiş. Bir zamanların en ünlü limanlarından biri olan Havana Limanı'ndan başlayan eski Havana bölgesinin Katedral Meydanında bir zamanlar bölgenin denizcilerine ve tüccarlarına hizmet eden fahişe nüfusunun 500.000’e ulaştığı söylenmektedir. Bir tarihi bilgi daha: Amerika 1899 yılında Guantanamo’yu 99 yıllığına kiralıyor. Amerikanın girdiği yerden çıktığı görülmediğinden Küba topraklarında bir Amerikan hapishanesi varlığını sürdürüyor. Hatta Amerika Guantanamo topraklarına değmeyi başaranları Amerika’ya göndermeyi bile vaad ediyor. Kübalıların anlattığına göre, Küba Devleti de bu alanın çevresine mayın döşemiş.


Küba’nın her kentinde bir Plaza de la Revolucion, yani bir "Devrim Meydanı" vardır. Her yıl 1 Mayısta yüzbinlerce Kübalı’nın devrimi kutlamak için toplandıkları, Fidel’in meşhur konuşmalarına sahne olan, bir yanda Kübalılar’ın bağımsızlık savaşını başlatan şair Jose Marti adına yapılmış 142 metre yüksekliğindeki dev anıtın önünde şairin heykeli, diğer yanda Che’nin metaldan dev bir kabartma portresinin bulunduğu İçişleri Bakanlığı binasını barındıran Havana Devrim Meydanı, bir sonraki 1 Mayıs’ı Küba’da geçireceğinize dair kendi kendinize söz vermenizi sağlıyor.


1950’lerde General Fulgencio Batista’nın sarayı olan muhteşem bina, bahçesinde hala yanmakta olan devrim ateşiyle ziyaretçileri karşılayan Devrim Müzesidir. Devrim öncesi, devrim süreci ve sonrası kronolojik olarak sergilenmektedir. Meydandan yürüyerek ulaşılan Havana Üniversitesi’nin bahçesinde 1958’de "Genç Komünistler Birliği" tarafından ele geçirilen tank sergilenmektedir. 11 milyonluk ülkede toplam üniversite sayısı 50, üniversitelere bağlı araştırma merkezi sayısı 73, öğrenci sayısı 2 milyon 400 bin ve son 40 yıl içinde üniversite mezunu sayısı 700.000. Ayrıca 120 farklı ülkeden 20 bin öğrenci Küba üniversitelerinden mezun olmuş ve bazı yoksul ülkelerden gelen öğrencilere de yüksek lisans ve üniversite eğitimi sağlanmıştır.

Eğitim gibi sağlıkta kazanılan büyük başarılarla bebek ölüm oranı Latin Amerika’daki en düşük oran olan 6.22’ye düşürülmüştür. Eğitim ve sağlık hizmetleri tüm halka ücretsizdir.


Havana'ya gelip Ernest Hemingway’in ayak izlerini takip etmemek mümkün müdür? Yazarın mojitosunu içtiği "La Bodeguita" ve daiquirisini içtiği "El Floridita" mutlaka ziyaret edilecek iki bardır. Her köşe başında, sokakta, meydanda, lokantada müzik yapan gruplar turistler için en çok Carlos Puebla tarafından Che için yazılmış ünlü "Hasta Siempre Comandant" şarkısını çalarlar. Çalmaya ara verdiklerinde de izleyicilere CD'lerini satmaya çalışırlar, o sırada sizin aklınızda ise mutlaka salsa öğrenmek düşüncesi vardır. Dansların gözalıcı kıyafetleriyle muhteşem vücutlu dansçılar tarafından icrasını görmek içinse Küba'nın en ünlü gece kulübü Tropicana'ya gitmek şarttır.


Hem kapıda hem de işçilerin çalıştığı yerdeki gözetmenlerin orada görevlendirilmelerinin gerekçesi olan puro satışını görmezlikten geldikleri ama fotoğraf çekimini içten bir çabayla engelledikleri bir puro fabrikasına gidiyoruz. İşçiler ısrarla Cohiba kutularını gösterip bunları birkaç avroya satmaya çalışıyorlar. Göz göze gelerek anlaştığınız işçi fabrika çıkışında sizi parkta bekliyor. İşçilerin günlük haberlerden ve kültür faaliyetlerinden uzak kalmamaları için her gün bir işçi sabahtan öğlene kadar günlük gazeteleri, öğleden sonra klasik romanlardan birini mikrofondan tüm fabrikaya okuyor.


"Karayiplere kadar gelmişken biraz deniz güneş tatili yapalım" diyenlerin mekanı iki tarafında kilometrelerce uzanan sahilleriyle bir yarımada olan Varadero’dur. Devrimden önce Amerikalılar tarafından kurulan, oteller ve tatil köyleri ile dolu bölgede kendinizi Küba’nın dışına çıkmış gibi hissedersiniz. Burası Küba’nın ruhunu taşıyan bir yer olmaktan çok uzak, dünyanın herhangi bir yerinde rastlanabilecek bir tatil beldesidir.


Ülkenin güney kıyısında, çoğunluğu tek katlı, rengarenk boyalı bitişik nizam koloniyal tarz binaları, meydanı, kilisesi ve parke taşlı sokakları ile 1988'de UNESCO dünya mirası listesine alınan Trinidad yaşamın sokağa taştığı küçük bir kasaba. İnsanlar her zamanki gibi şortları, tişörtleri ve terlikleriyle evlerinin önlerinde merdivenlere ve bazen verandalarında sallanan koltuklarına oturmuş muhabbet ediyorlar.


Havana’da gördüğüm gibi, Cienfuegos, Santiago’da göreceğim gibi bir çok evin pencereleri ardına kadar açık. Kapı önü sohbetine katılmayanların eğlencesi ise televizyon. Gençler "Casa de Musica"da salsa yapıyorlar. Onları seyrederken mojitoları yudumlamak da biz turistlere düşüyor.


Turistlere sunulan seçeneklerden biri de bembeyaz kumlara sahip ve yerleşim olmayan adalarda dalış imkanıdır. Katamaranlarla ulaşılan bu korsan adalarında sizi öğlen yemeğinizi servis edecek iki kişi ile turistlerin yemek artıklarıyla beslenmeye alışmış, insandan kaçmayan iguanalar karşılar. Katamarandan karaya kadar olan sığ bölgeyi geçmemizi sağlayan Zodyak botlar, zaman zaman sokaklarda görülen, yurtdışındaki akrabaların getirdiği yeni model arabalar gibi detaylar, tamir bekleyen binalarla, Amerikan arabalarıyla ve gündelik yaşamla çarpıcı bir tezat oluşturuyor. Ama dalınan resifler; mercanlar, süngerler, balıklar ve diğer yaşam formları açısından oldukça zengin.


Santa Clara. Che ve arkadaşlarının kemikleri Küba’ya getirildiğinden beri bu ülkeye ama özellikle bu şehre Che için yapılan anıt mezarı görmeye gitmek istedim. "Monumento Ernesto Che Guevara"nın etrafında Che’nin yaşgününe ithafen dikilen 28 palmiye ağacının çevrelediği geniş alanda Che'nin kaide üzerindeki dev heykelini selamladıktan sonra, anıtın altında Che'ye ait eşyaların ve Santa Clara muharebesine ilişkin fotoğraf ve eşyaların sergilendiği müze ile Bolivya'da öldürülen 38 devrimcinin büstlerini ve 17’sinin kemiklerini barındıran mozoleyi ziyaret ettik.

Silahlı Devrim Müzesinde sergilenen, 1958 yılının Aralık ayında Ernesto "Che" Guevara komutasındaki gerillaların Batista'ya bağlı birlikleri yenilgiye uğratarak ele geçirdikleri treni gezerken "Gerillanın Günlüğü"ndeki satırlar beynimizde yeniden canlandı.


Devrimin üçüncü önemli kişisi Camilo Cienfuegos’un şehri Cienfuegos’tayız. Beyaz nüfusun çoğunlukta olduğu şehirde İspanyolların tüm Güney Amerika kolonilerinde uyguladıkları tipik şehir yapısının merkezi Plaza Mayor’u çevreleyen katedral, tiyatro binası, Casa de la Cultura (Kültür Evi), ortadaki Jose Marti heykeli tek tek zihinlere kazınırken yine bir grubun müziği bize eşlik ediyordu.


Küba’nın on dört eyaletinden en batıda yer alanı Pınar Del Rio’da içi doğal göl olan bir mağarayı bot ile geçerek, 200 milyon yıllık geçmişe sahip olan ve UNESCO tarafından ‘kültür mirası’ ilan edilen Vinales Vadisi’ne gidiyoruz. Sovyetlerin dağılmasından sonra şeker kamışını alacak müşteri kalmayınca bölgede tarım durmuş.

Bir de doğudan bir şehre, devrimin ayak izlerinde Santiago’ya gidelim. Fidel ve arkadaşlarının ele geçirmek için saatlerce çatıştığı Moncado Kışlası’nın duvarlarında kurşun izleri ilk günkü gibi duruyor. Batista döneminde karakol olan bina devrim sonrasında 26 Temmuz Müzesi olmuş. Devrime en güçlü desteği de bu kent vermiş. Siyah nüfusun ağırlıkta olduğu bu kentte C’espedes Meydanı, Plaza Dolores, Rom Müzesi, Bacardi Müzesi, her bina, her meydan, her sokak devrimin izini taşıyor adeta.  Koloniyal binaların arasında gezenleri hiç durmayan müzik takip ediyor ve sanki bu kentte müzik ve dans diğer kentlerden farklı olarak bir ayin gibi yaşanıyor.


1961 yılından beri ABD baskısıyla BM ablukası altında olan ülke Sovyetlerin yardımıyla 1970 ve 80  dönemini atlatıp 90’lara geldiğinde ambargo ağırlığını daha fazla hissettirmeye başlamış. Ayrıca ambargo sadece ekonomik uygulamalarla sınırlı kalmayıp, insani ihtiyaçları da kapsadığından gıda, ilaç ve malzemelerin dışarıdan alınması imkansız hale gelmiş. 1990’da başlayan ve 2000’in başına kadar devam eden, Castro’nun deyimiyle "Periodo Especial" yani "Özel Dönem" olarak adlandırılan bu dönemde, Castro herkesten fedakarlık yapmasını istemiş.

Küba halkı yokluklarla savaşırken Amerika fırsatı değerlendirip ambargoyu daha da sıkılaştırınca yeni bir çıkış yolu bulmak kaçınılmaz olmuş. Castro, 1993 başında Küba’yı turizme açarken, bazı alanlarda özel yatırımı ve halk arasında küçük çapta ticareti de serbest bırakmış. Turistler casa particular adı verilen evlerde kalıp paladar denilen ev lokantalarında karınlarını doyurabiliyorlar.


Ülkede iki çeşit para kullanılıyor. Biri dolara karşı Castro’nun geliştirdiği bir çözüm olan "convertible peso" diğeri "peso cubano" yani ulusal peso. Turistler kısaca "CUC" olarak adlandırılan convertible peso kullanılırken, Küba halkı "ulusal peso" kullanıyor. 1 convertible peso yaklaşık 25 ulusal pesoya denk geliyor.  Ama sorun ülkede artık bir çok yerde convertible pesonun geçerli olmasına rağmen maaşların normal peso olarak ödenmesi ile başlıyor. Çünkü ulusal pesoyla geçinmek zorunda olan Kübalılar’ın alım gücü düşük kalıyor.


Turizm endüstrisinde çalışanlar, taksi şöförleri, garsonlar, müzisyenler, maaşlı doktorlardan, öğretmenlerden, mühendislerden daha fazla kazanıyor.Turizmin Küba’yı çok değiştirdiğini söylüyor Kübalılar. Tertemiz Karayip denizi, bembeyaz kumlar, güneş, müzik, rom, puro, melez kızlar yani turist için herşey ve turistlerin cebinde bunları satın alabilecek para var.


Küba adına casusluk yaptıkları gerekçesiyle Amerika’da tutuklanan 5 Kübalının resimlerinin yanında Volveran (Dönecekler), Fidel, Che ve Cienfuegosun resimlerinin altında Hasta la Victoria siempre (Her zaman zafere kadar), Patria o muerte (Ya Devrim ya ölüm) yazılarını okuyarak havaalanına doğru yol alıp, Küba’ya veda ederken bir diğer vedayı, 1 Nisan 1965 tarihinde Che’nin kaleme aldığı veda mektubunu düşünüyorum:


"…Dünyanın başka toprakları benim mütevazi çabalarımın katkısını bekliyor.  Senin Küba başkanı olarak taşıdığın sorumluluklar nedeniyle yapamadıklarını ben yapabilirim. Ayrılma saatimiz geldi. Bunu yaparken hem sevinç, hem de acı duyduğumu bilmelisin. Kurucu olarak en saf umutlarımı, sevdiğim insanlar arasından en sevgili olanı ardımda bırakıyorum. Beni oğlu gibi bağrına basan bir halkı arkamda bırakıyorum. Yine de ruhumun bir parçası olarak kalacaklar. Yeni savaş alanlarına, bana aşıladığın inancı, halkımın devrimci ruhunu, en kutsal görevi yerine getirmenin, dünyanın neresinde olursa olsun emperyalizmle savaşmanın bilincini götüreceğim. Bu ise en büyük yürek acısını bile yüz kez dindirir ve yatıştırır. 

Başka gökler altında son saatim geldiğinde benim son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Öğrettiklerin için ve eylemlerimin en son sonuçlarına dek sadık olmaya çalışacağım örneğin için sana teşekkür ettiğimi, devrimimizin dış politikası ile her zaman özdeşleştiğimi ve buna devam edeceğimi, sonumun geldiği herhangi bir yerde Kübalı devrimci olmanın sorumluluğunu duyacağımı ve öyle davranacağımı, çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum. Hasta la Victoria siempre! Patria o muerte!"

Adios Cuba, Adios Comandante. Mutlaka yeniden görüşeceğiz...


YAZI: Efsun Müftüoğlu FOTOĞRAFLAR: Tempo Tur Arşiv