14 Ağustos 2012 Salı

Kızılırmak Havzası'nda Gastronomi Yolculuğu/ KARGI


Kızılırmak Havzası’nın kıvrımları yanına halı gibi serilmiş çeltik tarlalarının akşam kızıllığındaki büyüleyici görüntüsü… Aklımda Yaşar Kemal’in bir Anadolu kasabasında çeltik tarlalarında geçen , çeltik ağaları ve kasabaya gelen genç kaymakamın onlarla mücadelesini anlatan “Teneke” isimli kitabı…

Dönüm dönüm, setler halinde çevrilmiş içi suyla doldurulmuş tarlalar… Suyun üstüne düşmüş pamuk bulutlar, ağaçlar ve otların yansıması… Çamurlu suların içinde çalışan çeltik üreticisi, traktörlerin arkasına akşam yemeği için dizilmiş koro halinde bekleyen hacı leylekler…Bir yandan insanın içine huzur veren eşsiz bir manzara, diğer yandan çeltiğin pirince dönüşme işlemine kadar verilen emeğin ve alın terinin yürek burkan öyküsünün ağırlığı.

Daha önce bilmediğim, farklı bir coğrafyadayım yine… Anadolu'da uygarlık tarihini başlatan Hititlerin ana yurdu Çorum'da. Hititlerin, "Marrasantiya" adını verdikleri Kızılırmak Havzası'nda,  Çorum Valiliği'nce düzenlenen "Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu" festivalinde.


Hitit başkenti Hattuşa ile 1986'da UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne giren Çorum, Vali Nurullah Çakır'ın özverili çalışmalarıyla bir çok turizm projesine imza attı.  Geçtiğimiz  yıl Hitit yerleşimlerinin çevresindeki eski yollarda rehber Ersin Demirel’in katkılarıyla yaklaşık 380 km. lik yürüyüş ve bisiklet parkuru oluşturuldu. Bu yıl da projenin devamı Kızılırmak Havzası boyunca uzanan yerleşim birimlerinin kültürel, tarihsel ve doğal güzelliklerinin, bölgeye ait özgün yemek kültürüyle  tanıtıldığı “Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu” ekoturizm çalışması başlatıldı. Ben de bu güzel projenin tanıtıldığı festivalin davetlileri arasındaki bir şanslıyım.


Eskiler "yediğin içtiğin senin olsun" der ama ben gezip gördüğüm yerlerin tadını da paylaşmak istiyorum sizlerle. Belki gözlerinizi kapatıp, fotoğraflardan bir kaşık da siz alırsınız, o yöresel lezzetleri damağınızda hissedersiniz, belli mi olur?

Festivalin ilk günü akşam saatlerinde üç gün boyunca misafir edileceğimiz Anitta Otel'e yerleştik. Otelimiz kent merkezinde. Saat kulesine ve Çorum Müzesi'ne yaklaşık beş dakikalık yürüme mesafesinde, kentin tek beş yıldızlı oteli.


Kısa bir dinlenmenin ardından  Çorum Müzesi’nde, “Hititlerden günümüze Çorum mutfağı” temalı geleneksel lezzetlerin sunulduğu açık büfe ziyafet sofrasıyla festivalin açılışını yaptık. Aralarında bir çok yemek yazarı, gurme, yemek tarihçisi ve lezzetçinin bulunduğu etkinlikte, Çorum’a özgü yemeklerin tadına baktık. Pastırmalı madımak, yumurtalı sirken, mercimekli yırtma ve ısırgan otlu muska böreği benim favorilerim oldu.


Aniden bastıran yağmurla, müzenin bahçesinden içine taşınan açık büfenin en unutulmaz yanı, Hititlere ait antik vazoların, kabartmaların ve çeşitli objelerin karşısında yemek yememizdi bana kalırsa. İlginç bir deneyimdi diyebilirim.


Yemek sonrası dinlenmek üzere otelimize geçtik. Ertesi gün için enerji toplamamız gerek. Mehmet Yaşin’in deyimiyle “damak çatlatan” lezzetlere ulaşmak için uzun gastronomi yürüyüşlerine başlayacağız çünkü… Sabah erkenden uyanıp, uçsuz bucaksız çeltik tarlaları arasından Çorum’un Osmancık ilçesine doğru hareket ettik. Kızılırmak kenarındaki tesislerde yöresel ürünlerden oluşan nefis bir kahvaltı ile güne başladık.  


Neler yoktu ki kahvaltıda?
Çeşit çeşit ekmekler, taze yapılan gözlemeler, mevsimin bütün yeşillikleri, yöreye ait çeşitli peynirler ve Kargı tulumu. Ayrıca çeşitli pekmezler, reçeller ve sayamadığım çok çeşitte yiyecek...


Çorum’un klasik kahvaltılıkları haricinde ilk dikkatimi çeken pirinç helvası   ve kapari salatası oldu. Osmancık demek pirinç demek. Sofraların yıldızı tatlıdan tuzluya pirinç olacak elbet.

Hepimizin bildiği ama geleneksel de olsalar her elin ayrı yaptığı yaprak sarması, kapari salatası, yöreye özgü peynirler ve bir parça gözleme ile donattım tabağımı. Hepsinden tadacağım der ve bir de kaptırırsak iş kötü.. Sonra Kargı’da bizi bekleyen sırık kebabını nasıl yiyeceğiz? O yüzden kaşığın ucuyla alalım da, tadı damağımızda kalsın.

Osmancık’ta Koyunbaba Köprüsü altından akan Kızılırmak’a karşı yapılan besleyici bir kahvaltının ardından Kargı'ya hareket ettik. Yolda, "Kargı kültür evi ve yöresel ürünler" pazarına uğradım. Sırt çantama küçük bir poşet Osmancık pirinci, bir kavonoz kapari turşusu, mis kokulu pirinç sabunları ve Kargı Bezi’nden bir masa örtü attım. Kargı; tulum peyniri (koyun sütüyle yapılıyor), bamyası ve kargı beziyle tanınıyor.

“Kargı Bezi” dokumacılığının yörede geçmişi taa 1850’li yıllara kadar dayanıyor. Kargı İlçe ve köylerinde pek çok evde bulunan dokuma tezgâhlarında (işlik) dokuma yapan kadınlar ev halkının temel giysi ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, birbirinden zahmetli ve aylar sürecek göz nuru isteyen işlemelerle gelinlik kızlarına çeyizler hazırlıyorlarmış. Özellikle 1960’lı yıllarda neredeyse her evde bir dokuma tezgahı bulunurken, gelişen teknolojiyle birlikte zamanla önemini yitiriyor Kargı Bezi…

Çorum Valisi Nurullah Çakır’ın girişimleriyle 2011 yılından itibaren Kargı ilçesinde yeniden orijinal tezgahlar kuruluyor, bu sanatın son ustaları tekrar tezgah başına geçiyorlar. Çeyizlerden çıkarmaya kıyılamayan nadide dokuma örnekleri üzerinden ilçe kadınlarına Kargı Bezi dokuması üzerine eğitimler veriliyor. İşte yıllar sonra günışığına çıkarılan Kargı Bezi’nden  almadan buralardan geçip gitmemek gerek.


Vakit öğleye doğru ilerlerken Tepelice-Hacıveliler parkurunda yürüyüş için Kargı yaylalarına doğru hareket ettik. Kargı, elini Karadeniz’e uzatmış Çorum’un kuzeyi… Ahşap evleri, yemyeşil doğası ve yayla yaşamı ile tipik bir Karadeniz köyü gibi…


Kargı yaylalarının doğal güzellikleri eşliğinde kaya ve ağaç gövdelerindeki kırmızı-beyaz işaretli çizgileri takip ederek, devam eden 5 kilometrelik yürüyüşün ardından; Kargı Tatil Köyü’ne ulaştık. Tam da yürü yürü nereye kadar dediğim anda... Aç karnına yürümenin dayanılmaz mutsuzluğuna ramak kalmışken…


Kargı ilçe merkezine 24 km. mesafedeki tatil köyü, bungalovlar ve yapay göletiyle doğanın içine saklanmış güzel bir yer. Üstelik midelerimizi mutlu edecek bir de sürprizi var. “Sırık kebabı!”  Kuzu, koyun, keçi, seyis gibi çevirme küçükbaş hayvanların yaklaşık 2,5 metrelik sırıklara takılıp, odun ateşinde özel yöntemlerle pişirilmesiyle ortaya çıkan, yöresel bir lezzet sırık kebabı… Pirinç pilavı üstünde servis ediliyor. Çevrilerek pişen hayvan etiyle mesafeli bir flört durumum olduğundan, bu yöresel damak tadının beni çok heyecanlandırdığını söyleyemem. Buradaki sırık kebabını diğer çevirme etlerden ayıran ve özel kılan, kebabın doğal ortamda beslenen kuzulardan yapılması.


Yemek sonrası Kargı Tatil Köyü’ne 400m. ilerdeki Kızılcaoluk Şelalesi’ne yürüdük. Şelaleye giden yokuşlu yolda Karadeniz yayla evlerini ansımsatan ve hiç çivi kullanmadan “çatkı” denilen bir yöntemle yapılmış evlerin doğayla uyumuna hayran kaldım.


Geriye dönüp baktığınız da arkanızda bıraktığınız manzara gerçekten aşık olunası.


Yol, Kızılcaoluk Şelalesi’nden rol çalsa da, görmeye ve fotoğraflamaya değer. Doğanın bizlere şirin bir armağanı gibi.


Bol bol temiz hava, yürüyüş egzersizi ve lezzetlerle taçlandırılmış günün finalini dönüş yolunda Kızılırmak Havzası boyunca uzanan çeltik tarlalarının olağanüstü görüntüsünü  tepeden izleyerek yaptık. Yetişmesinde büyük emek veren çeltik işçileri için,  her bir başağını yerde, her bir tanesini tabaklarda bırakmayacak kadar kıymetli bir besin pirinç. Sadece güzelliğine değil, öyküsüne de kulak verirseniz, her pirinç tanesine büyük bir aşk ve şefkat duyacağınıza eminim.


Kızılırmak Havzası'nda gastromomi yürüyüşü maceram bu kadarla sınırlı değil elbette. Daha sırada Çorum Katipler Konağı'ndaki kahvaltı, İskilip, İskilip yaylaları ve meşhur "İskilip Dolması" var sizlerle paylaşmak istediğim.  Bir sonraki yazıda buluşmak dileğiyle...

Lezzetle kalın...

NASIL GİDİLİR?
* Amasya-Merzifon Havaalanı, Çorum’a karayoluyla 60 kilometre mesafede. THY her gün İstanbul’dan tek yön 59 TL’den başlayan fiyatlarla direkt uçuyor.

* Kent karayoluyla İstanbul’a 614, Ankara’ya 244 kilometre uzaklıkta. Hattuşaş, Ulusoy firmaları İstanbul ve Ankara’dan tarifeli otobüs seferi yapıyor.

*Hiç otobüsle, uçakla, haritayla, otel rezervasyonuyla uğraşamam; ayrıca profesyonel rehberlik hizmeti de almak isterim diyenler için bir diğer alternatif, Tempo Tur'un düzenlediği Osmancık-Kargı- Dipsiz Göl gezisi. 

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: GÜLDEN KAYA

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Şu Bizim Rumeli

Rumeli ve Balkanlar dendi mi hep derin acılar gelir akla…
Osmanlının gerileme dönemlerinde toprak kayıpları başlayınca oralarda oturanların ne büyük güçlükler içinde Anadolu’ya ulaşmaya çalıştıklarının sayısız öykülerini dinlemişizdir. Zaman zaman bu acıların yazılı basında dizi yazıları olarak yayınlandığını da biliriz. İşte bu yazının başlığı o dizilerden birinin adı…
Yugoslavya’nın dağılmasıyla o coğrafyada başlayan çatışmalar görsel basının temel konularından oldu hep… Özellikle de etnik ve dini temelde başlayan Sırp zulmü Bosna’nın çeşitli bölgelerini kan gölü haline getirdi. Dünyanın gözü önünde sayısız insanlık suçu işlendi… İşte bütün bu öykü ve acılar, oraları görme arzumu diri tuttu hep… Kısmet bu yılaymış. Gezi grubumuz 23 kişi…


"Gökyüzü öyle mavi bulutlar öyle ak
Uzansam gönlüme akacak…"

Bir çimento fabrikasının bacasından çıkan dumanla "merhaba" dedim Kosova’ya… Ova da ova hani… Demek buralarmış Kosova savaşlarının yapıldığı yerler… Demek bu bereketli topraklar uğruna kanlar dökülmüş… 1.Murat, o mütevazı türbesinde adeta bunun bir simgesi gibi…


Başkent Priştine ve çevresi koca bir şantiye görünümünde… E kentten devlete dönüşmek kolay değil… Kenti panoramik olarak gezerken oradan ülkemize göçen Arnavut kökenli ünlü kişileri andık, ölenlere rahmet diledik ve kent, yağmurla dans ederken Prizren yoluna koyulduk. Orası Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge… Yol boyu görülen yerleşim birimlerinde aynı mimari özellikte yapılar…


Prizren’e giriyoruz ikindi ezanları arasında… Sanki küçük bir Anadolu kentine gelmiş gibiyiz. Tek fark kafeler ve lokantalar hıncahınç…


 Kenti boydan boya bölüp coşkuyla akan ve sanki gençlerle yarışırcasına koşan nehir… Camiler ve kiliseler… 


Zamanın bu kadar çabuk geçmesi kentin büyüsünden olsa gerek… Keşke akşamı da orada yapabilsek ve orada konaklayabilseydik… E yolcu yolunda gerek. Hadi bakalım otobüse… Üsküp’ e gidiyoruz… Gönlümün yarısı Prizren’de kaldı. Önüne gelenle Türkçe konuştuğumuz gençlerle şakalaştığımız, selamlaşıp hal hatır sorduğumuz insanları bu kadar kısa zamanda görüp ayrılmak meğer ne zormuş…

Yeşilin bizi hiç yalnız bırakmadığı yollarda bir ülkeyi geride bırakıp Makedonya’ya yol alıyoruz. Giderek hava kararıyor. Yol kıyısındaki yeşilliği ancak otobüsün aydınlattığı oranda görebiliyoruz. Bu arada otobüse bir sessizlik çöktü. Demek ki yorulmuşuz. E kolay da değil... O arada hoş bir Kosova melodisi duyuluyor. Ne güzel… Güzel olmaya güzel de hepimizin üstüne bir ağırlık çökmüş… Gece yarısından sonra ulaşabildik uykusu kaçmış Üsküp’e…


Adını ne çok duyduğumuz bir kent… Ne çok ünlünün doğum yeri… Durmuş oturmuş ağırbaşlı bir kent… Gecenin yarısında insanlar sokaklarda…


Üsküp…  Güzel şehir; İbadet için bile gezilir...
  

Ne çok cami ve kilise var Üsküp’te. Neşe içinde kenti geziyoruz. Cami avlularındaki tarihi şadırvanlarda avucumla su içiyorum. Müslüman ve Hıristiyan mahallelerini ayırarak akan Vardar Nehri de sesiyle ayrı bir mutluluk kaynağı oluyor. Artık Üsküp’ten de ayrılık zamanı gelip çattı. Tadı damağımda kalan şehir, elveda…

Üsküp’ten sonra yine Makedonya’nın diğer kentlerinde olacağız. İlk durağımız Kalkandelen. Dövme demir ustalığıyla ünlenmiş bir kent… Oralı ustaların yaptığı oklarla düşman askerlerinin kalkanları delindiği için bu adı aldığı söyleniyor. İlk kez buradaki özelliğiyle bir cami görüyorum. Adı Boyalı Camii… Cami süsleme geleneğinde resim yer almaz, biliriz… Arapça Allah adları ve ayetler değişik yazı tekniklerine göre cami içi duvarlara işlenir. Ama buradaki farklı…



O günün koşullarına göre hazırlanan doğal boyalar yüz binlerce yumurta akıyla karıştırılarak cami içine değişik motifler olarak yansımış… İnsan önce alışamıyor tabii… İçerde antika değerinde eşya da var.


Bektaşiliğin Balkanlarda yaygın olduğunu biliyoruz. Ama günümüzde de aynı canlılığıyla yaşadığına burada tanık olduk. Bir Bektaşi tekkesindeyiz. Uzun boyumla, boyunu kıskandığım bir Bektaşi dedesinin yanında…


 Epeyce bir süre sohbet ettik. Daha çok da söylenenleri dinledik, sorular sorduk. Bir hoşgörü ortamı içinde süren sohbet sonu fotoğraf çektirip veda ettik.

Herkes otobüse… Bir büyük aile gibiyiz… Birbirimize yiyecekler ikram ediyoruz. Doğa öyle güzel ki… Yolculuğumuz keyifle sürüyor. Adını yanındaki gölden alan Ohri’ye gidiyoruz.


Uluslar arası trafik işaretleri aynıdır genelde… Ama burada okul işareti hem uluslar arası hem de yerel ve çok sevimli… Üç boy farklı renkte kurşun kalem… “Heey yakında eli kalem tutan çocuklar var! “
“Hoş bulduk Ohri… Ne şirin bir tatil beldesisin sen? Ne o henüz tatil havası yok gibi?”  A doğru ya, henüz okullar kapanmamış. Hava da çok sıcak değil. Galiba buralara yapılacak bir gezi için en uygun mevsim bu… Mayıs sonu Haziran başı…


Otel hemen gölün kıyısında… Oldum olası göl beni daha çok mutlu eder. Çocukluğum Göller Bölgesinde geçtiği için mi, yoksa yüzmeyi gölde öğrendiğim için mi bilmem…   Oh, balkon da gölge… Nazla dalgalanan gölle şakalaşır gibi. Burada biraz oturulur artık… Bir kadeh şarap bile içilir. E bari oldu olacak şu sevdiğim türküye de kulak verebilseydim… “Yeşilbaşlı gövel ördek/uçar gider göle karşı/Eğricesin tel tel etmiş /Açar gider yele karşı…”

Çok sakin ve huzurlu bir tatil beldesi Ohri… Kentin bir bölgesi Safranbolu evleri olarak anılıyor. Her yerde olduğu gibi burada da farklı dinlerden insanlar birlikte yaşıyor. Türkler de var.


Grubun, dinlenmiş haldeki ilk toplu akşam yemeği burada… Çok nitelikli bir müzik grubu da aramızda… Yarasın hanımlar beyler…


Ertesi gün herkes saatinde otobüsteki yerini almış. Yine yeşillikler arasında Manastır'a ulaşıyoruz.  İçimi tarifsiz bir heyecan kaplıyor burada… Bütün dokusu Osmanlı-Türk izleri de taşıyan tarihi kent… Türklerin yoğun olarak yaşadığı yer… Kenti dolaşırken adım başı Türkçe konuşuyoruz. Adeta uzak coğrafyalarda hasret giderir gibi…Mustafa Kemal Atatürk'ün okuduğu okul Askeri İdadi'de burada. 


Şimdiki durağımız da önemli İttihatçılarımızdan Resneli Niyazi’nin konağı… Resneli bir Fransız hayranı. Uzun süre de orada yaşamış.  Versaille sarayında tuvalet olmadığını bildiği için ahdetmiş ve memleketine bir saray yavrusu yaptırmış. Tek farkı, içinde tuvalet olması…

Makedonya’daki son günümüz… Sabah uzun bir yolculuğa daha çıkıyoruz.
Ohri gölünün kıyısından Arnavutluk’a doğru yol alıyoruz. Arnavutluk, yıllar önce ülkemizde bazı gençlerin yönetim modeli olarak örnek aldıkları bir ülke idi. Ama ilk izlenimim, Makedonya’ya göre geri kalmış olması… Sistemi yerleştirme konusunda Tito, daha başarılı olmuş bence…


Kıyı bölgelerinde turistik tesisler kurmuşlar ama yazık ki beton yığını… Antalya’nın kötü bir kopyası… Ülke içinde uzun bir yolculukla Tiran, Elbasan ve İşkodra’yı görerek başka küçük bir ülkeye yaklaşıyoruz… Artık Montenegro’da yani Karadağdayız… Bir milyonu bile bulmayan nüfusuyla bağımsızlığını kazanıp bir devlet kuran Karadağ’da…


Buradaki kadar uzun boylu insanlara dünyanın hiçbir yerinde rastlamadım. Uzun ve zarif… Kafamı yukarı kaldırarak iletişim kurabiliyorum. Artık yoğun olarak Hıristiyan kültürünün yaşandığı bir coğrafyadayız. Bar, Budva,Petrovaç, Sveti Stefan ve Kotor, Adriyatik kıyılarında hem tarihi hem de turistik özellikleriyle insanı hayran bırakıyor.


Hırvatistan da öyle… Özellikle Dubrovnik… Zaten Dubrovnik Hırvatistan’dan da eski bir bağımsız devletmiş. Böylece gezimizin son durağına yaklaşıyoruz. Kıyıdan içerilere doğru uzanıp,  önce Mostar’a gideceğiz. Buralarda da doğa olanca cömertliğini sunuyor bize… Tükenmeyen yeşillikler ve onların arasından kıvrılarak akarken maviden yeşile seksek oynayan nehirler…

İlk durağımız bir Osmanlı köyü: Poçitel… Tipik Osmanlı mimarisiyle inşa edilmiş kalesi, evleri ve camisiyle bir Anadolu köyü görünümünde. Kıyısından da bir nehir akıyor. Tıpkı Manavgat çayı…


Evet, minareleri ve kiliseleriyle Mostar; Hersek bölgesinin idari merkezi, uzaktan görünmeye başladı bile… Merhaba, acıların yorgun düşürdüğü kent… Merhaba, iç çekişini azaltmaya çalışan Neretva Nehri… Merhaba, yıllarca tarihe ve barışa koynunu açmış Mostar Köprüsü… Yıllarca, farklı dinlerin ve etnik grupların barış içinde ve birlikte yaşadığı bu kent de son savaştan fazlasıyla nasibini almış… Kurşun yaralarını bağrında taşıyan o tarihi yapılar hala o günleri, seslerini çıkarmadan anlatır gibi…


Gezdiğimiz camilerde, köprüde ve diğer Osmanlı eserlerinde Üsküp veya Prizren havasındayım. Çınar altında, Osmanlı ve Boşnak mutfağından oluşan öğle yemeğini yerken hem Mostar köprüsünden gelip geçenleri seyrediyor hem de Neretvanın ağıdını dinliyoruz.
Burada esnaflarda gözlemlediğim en hoş davranış, neyi nereden alırsanız alın fiyatın değişmemesi! Kısa bir alış-veriş öyküsünü aktarmam gerekirse; Hediyelik eşya satan bir dükkân önünde, savaş utancı boş fişeklerden yapılmış kalemler gördüm… Daha önce de çok yerde rastlamıştım. Fiyatı aynıydı. Bunlardan ikisini elime alıp fiyatını sordum. Satıcı, hangi ülkeden olduğumu sordu. Cevabı alınca da 5 Euro’luk kalem için “4 Euro” dedi. Bilmem size de anlamlı geldi mi?


Oteldeki odamın balkonundan hem Neretva nehri hem de şehir ve vurulmuş savaş gazisi binalar öylesine net görülüyor ki… Kent avucumun içinde gibi… Güneş Batıya iyice yaslanmış durumda… Altımdan akan mavi nehre ve kente bakarak bir bira içmenin buruk tadı nasıl unutulabilir ki?

İyi ki buradayız… Sevda akan Neretvada… Sevdası kanlı… Mostar yeniden şaha kalkmış/İhtiyar delikanlı…


Bir Mostar gününü ve gecesini de tüketiyoruz… Hoşça kal boynu bükük şehir... Sevdası acılarla bilenmiş nehir… Son durağa yaklaşıyoruz artık…

“Neretva Köprüsü” bir film… 1970’li yılların başında gösterime girdi. Başrolünü Yul Brynner oynamıştı. Bilmem hatırladınız mı? İkinci Dünya Savaşında Almanlarla Yugoslav partizanlarının mücadelesini anlatır. İşte son durağımıza, Saraybosna’ya giderken uğrak yerlerimizden biri de Neretva Köprüsü... Nehir üzerinde yıkılmış haliyle duran bir demiryolu köprüsü…

Savaşın vahşeti, aradan yıllar geçse bile unutulamıyor. Köprü, bir Müslüman köyün yanı başında… Saraybosna yağmurla karşıladı bizi… Sanki savaştan kalan son izleri de silmek istercesine… Boşnakların oturduğu bölgede, kenar semtlerden birine gittik önce. Zaten bu kente gelen herkesin de öyle yapması gerek… Bağımsızlığına kavuşmak için, bir ulusun sınırlı imkânlarıyla neler yapabileceğini anlamak açısından gerekli…


1992-95 yılları arası… İç savaşın yaşandığı dönem…Kentteki bütün ikmal yolları Sırpların elinde… Böyle giderse Boşnaklar açlıktan ve ilaçsızlıktan ölüp gidecekler. Çözüm? Çözüm, imkânsızlıklar içinde imkân yaratmak… Kenar mahalledeki o evin altından başlayan ve havaalanının 7 metre derininden giden  800 metre uzunluğunda, 1 m en ve 1.60 metre yüksekliğinde bir tünel kazmak…

Boşnaklar,4 ay içinde sınırlı olanaklarla başarmışlar bunu… Böylece de oraya gelip dağıtılan her türlü yardım maddesi bu tünellerden getirilerek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmış. Ayrıca bazı kişilerin de güvenli olan bölgelere geçmeleri için buradan yararlanılmış. Orayı görüp de savaştan nefret etmemek mümkün değil.

Son ziyaret yerimiz, İzzet Begoviç’in mezarı. Bosna kurtuluşunun simgesi olmuş bir isim Begoviç… Bilge Kral olarak anılıyor… Bosna’nın sevilen lideri ve Cumhurbaşkanı… 2003 yılında 78 yaşında ölüyor… Çok mütevazı bir mezar… Kendisi öyle vasiyet etmiş. Mezarlığın içinde dar bir alanda ay şeklinde bir havuz ve önünde simgesel bir yıldız…  Mezarı o yıldızın ortasında…


İlginizi çekecek bir not: Bunca yıl liderlik ve Cumhurbaşkanlığı yapmış Begoviç, öldüğünde halen kirada oturuyormuş…
Her şeyin olduğu gibi gezimizin de sonu geliyor.


Bosna –Hersek topraklarında pek çok tünelden geçtik. Zaten o ülkenin birleşik olarak yazılması için kullanılan işaret bu tünelleri ifade ediyormuş. Havaalanına giderken, bu tünellerle son gördüğümüz savaş tüneline takılı kaldı yüreğim…

Kalbimde yeni tüneller açmaya çalışıyorum. Belki açılan benzer tüneller, bütün insanlar arasında bir barış yolu olur. Tabii herkes savaştan nefret etmişse… Dinlerin, öncelikle toplumların barış içinde yaşamalarının amacı olduğuna inanılmışsa…

Bu toprakların, imkânı olanlarca ziyaret edilmesidir son dileğim… Benim gördüğüm yerleri herkesin görmesi, hissetmesi ve yaşaması…

“Elveda Rumeli…”


YAZI: MESUT ÖZGEN/ FOTOĞRAFLAR: SAİT BODUR