27 Mart 2013 Çarşamba

VEZİRKÖPRÜ: Asırlık Handa Konaklamak


Bu gezimizde “geleneksel” turistik rotaların dışında kalan, fazla bilinmeyen bir yöreye, Vezirköprü’ye uğrayacağız. Vezirköprü Samsun’a bağlı 30 bine yakın nüfusa sahip olan bir ilçe.

Kısaca Tarihi Geçmiş
Her ne kadar bölgede yedi-sekiz bin yıl öncesinden kalma bazı kalıntılara rastlansa da Vezirköprü’nün yazılı olarak belgelenen geçmişi dört bin yıl öncesine uzanmakta. Hititlerin kutsal kenti Nerik, ilçe merkezine 8 kilometre uzaklıkta bulunan Oymaağaç köyü yakınlarında bulunmakta. 5 yıldır Alman arkeologlar tarafından kazılan bir höyükte bulunan çivi yazılı tablet Kuzey Anadolu’da Hitit varlığının kanıtı olarak kabul ediliyor. Anlatıldığına göre sonradan Hitit kralı olan III. Hattuşili uzun süre bu kentte kalmış, bölgesinden asker toplayarak Kadeş savaşına katılmış. Daha sonra evlendiği Puduhepa burada doğan çocuğuna “Nerikkaili” adını vermiş. Höyükte bulunan eserler Samsun'da sergilenmekte.

Yöre, daha sonra Friglerin, Kimmerlerin, Lidyalıların, Pontusluların ve Romalıların idaresine girmiş; Romalılar döneminde Fezimon ve Teokliopolis adını almış. Kent, Bizanslılar ve Selçuklular arasında yapılan savaşlarda harabeye dönmüş, Danişmentlilerin eline geçtikten sonra Gadekara adıyla yeniden kurulmuş. Celali isyanlarına da sahne olan yöre Köprülü Mehmet Paşa tarafından ihya edilmiş; bu nedenle buraya Vezirköprü adı verilmiş.


Nereleri Gezmeli?
Vezirköprü belediyesi ilçede turizmin gelişmesi için ciddi bir çalışma içine girmiş, harita, çeşitli broşürler ve güzel bir gezi rehberi bastırmış. O nedenle, kenti gezmeye başlamadan önce belediyeye uğrayıp bu belgeleri almakta yarar var.

İlçede pek çok cami bulunmakta. Bunlardan biri 1494’te yapılan Tacettin Paşa Cami ya da Kurşunlu Cami. Yapı, 1944 depreminde tamamıyla yıkılmış, 15 yıl kadar önce de aslına sadık kalınarak ihya edilmiş; bu nedenle de artık pek fazla tarihi niteliği kalmamış. Orta Cami olarak da bilinen Yörgüç Paşa Cami 1431’de yaptırılmış, ama o da depremde yıkıldığı için daha sonraki yıllarda yeniden inşa edilmiş. 1659’da Köprülü Mehmet Paşanın eşi Ayşe Sultan tarafından yaptırılan Kale Cami ilçede özgünlüğünü koruyabilen eserlerin başında gelmekte.


Mihrabının üzerinde yağlı boya ile yapılmış desenlerin bulunmakta. Abanozdan yapılmış minber ise geç döneme ait. Caminin hemen yakınında bulunan hamam kısmen harap olmakla birlikte günümüzde de kullanılmakta. Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılan Namazgâh, 1906 depreminde yıkılmış. Günümüzde sadece taştan minber ve mihrabı görülebilmekte.


Vezirköprü’deki önemli bir eser Fazıl Ahmet Paşa Medresesi (Taş Medrese). 1662’de yaptırılan medrese zamana meydan okumuş, depremlere dayanmış. Günümüzde Halk Kütüphanesi olarak kullanılmakta. Gerçekten görülmesi gereken bir eser.


Kanımca, Vezirköprü’de görülmesi/gezilmesi gereken en önemli eser bedesten ve çevresindeki arasta. Yaklaşık olarak 350 yıl önce yaptırılan bedestenin dört kapısı bulunmakta. İnşaat sırasında çevrede bulunan Roma dönemi eserlerinden de yararlanılmış, bu nedenle duvarlarda devşirme malzemeleri görmek mümkün. Bedesten içinde yüzden fazla dükkân bulunuyor. Kriz nedeniyle dükkânların bir kısmı boş olsa da özellikle Vezirköprü’ye özgü semaverleri görmek için ziyaret edilmeli.


Yeri gelmişken belirtelim, tenekeden yapılan semaverlerin kendine has bir yapısı var; daha ilk yakışta yassı gövdeleri ile diğerlerinden ayrılmakta. Bedestenin ortasında oldukça büyük bir “iç bedesten” bulunuyor. Burası yakın zamana kadar lokanta olarak kullanılmış, ama şimdi boş. Buraya etnografik eserlerin sergilendiği güzel bir “kent müzesi” neden yapılmasın ki? Bedestenin etrafını da çok sayıda dükkânın bulunduğu bir arasta çevirmekte. Gerçekten çok canlı, hareketli bir alan; büyük kentlerde kaybolan pek çok şeyi burada görmek mümkün. Bence fotoğraf meraklıları için bir “cennet”!

Bedestenin hemen yakınında 1906’da Sivas valisi Reşit Akif Paşa tarafından yaptırılmış olan bir saat kulesi bulunuyor. Kulenin, halk tarafından Köprülüler döneminde yaptırıldığına inanılan kaidesinde tıpkı bedestende olduğu gibi Roma döneminden kalma bazı işlemeler ve yazıtlar içeren mermer parçaları kullanılmış. Saat kulesi 1943 depreminde büyük hasar görmüş, daha sonra tamir edilmiş; bugünlerde de saat kısmı bir kez daha elden geçiriliyor. Siz bu yazıyı okurken o eski saat yerine takılmış olabilir!


Vezirköprü’de bazı sokaklar kentsel sit alanı olarak ilan edilmiş. Bu sokaklarda bulunan erken cumhuriyet dönemine ait bazı evler restore edilmekte. 12 Eylül öncesi katledilen Bedrettin Cömert’in ailesinin evi de yenilenenler arasında. Ama, burada bir parantez açalım: Vital Cuinet’in 1890 tarihli La Turquie d’Asie adlı yapıtında Vezirköprü’de bir zamanlar 7.600 Müslüman’ın yanı sıra 720 Ermeni ile 280 Rum’un yaşadığı belirtilmekte. Günümüzde ise Ermeni ve Rumların yaşadığı mahalleler biliniyor, ama onlardan kalan pek bir şey yok!


Doğal Güzellikler
 Vezirköprü doğal güzellikler açısından da oldukça zengin sayılabilecek bir mekan. Kızılırmak üzerinde kurulu olan Altınkaya barajının en dar yerinde bulunan Şahinkaya Kanyonu Türkiye’nin ikinci büyük su kanyonu olarak biliniyor. Kanyonda tekne ile gezmek mümkün.


Vezirköprü’ye 50 kilometre mesafede bulunan Kunduz ormanları ise tam anlamı ile muhteşem güzellikte.

Orman içinde bir de geyik üretme çiftliği bulunmakta. 1984’de yedi hektarlık alanda iki geyikle başlayan üretim çalışmaları zaman içinde arazinin 85 hektara çıkarılması ile hız kazanmış. Eğer şansınız varsa, geyikleri beslenme alanında yakından görme imkânınız olabilir.


Ne Yenir?
Vezirköprülüler kendilerine özgü yiyeceğin Oymaağaç kebabı olduğunu söylemekte. Özel olarak yapılmış bir fırında üç-dört saat pişirilen oğlak kebabının son derece nefis olduğunu söylüyorlar, ama doğrusunu söylemek gerekirse pek önereceğim bir yiyecek değil. Soğuk olarak da tüketilen bu et oldukça yağlı. Bence, kent merkezinde bulunan parktaki pastaneden temin edeceğiniz yiyeceklerle yetinmek en iyisi!


Nerede Kalınır?
Bu konuda tek önerim tarihi Taşhan’da kalmanız. Vaktiyle hayvan pazarı olarak kullanılan, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarıldıktan sonra belediyeye devredilen hanın bir kısmı öğrenciler tarafından yurt gibi kullanılmakta. Bazı odalar da bekar memurlara tahsis edilmiş. Geri kalan odalar turistlere veriliyor. Pek zengin olmayan kahvaltı vaktiyle develerin bağlandığı ahırda yapılıyor. Eğer çok yüksek beklentileriniz yoksa birkaç asırlık geçmişi olan bir handa konaklamak hoş olabilir. Hanın giriş katında bulunan birkaç dükkandan Vezirköprü’ye özgü bir şeyler alma imkanı da bulunmakta.


Bir başka rotada birlikte olmak dileğiyle...

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: M. Bülent Varlık

1 Mart 2013 Cuma

Kaybola Kaybola TOSCANA-2


İtalya maceramızın ikinci bölümüne kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Toscana’da üçüncü gün, bizim için büyük gün. Bugünün hedefi “Deruta”…
Bizi buralara getiren mayolika çinilerinin nasıl yapıldığını öğrenecek ve birer küçük şey yapmaya çalışacağız. Deruta, bizim İznik benzeri bir kasaba… Göz alabildiğine her yerde, "mayolika tekniği" ile yapılmış ürünlerin satış mağazaları var. Mağazaların içinde ise atölyeler… Okulumuz “Scula d’Arte Ceramica”, kasabanın orta yerinde. Hocamız Romano Ranieri, İngilizce bilmediği için bize yakışıklı Nicola anlatıyor tekniğin detaylarını. Mayolika, bisküvi pişirimi yapılmış seramik form üzerine uygulanan ham sır yüzeyine yapılan dekorasyona verilen genel bir ad.
Tekniğin merkezi İspanya kıyılarında bir ada olan Mayorka. Ama, 13. Yüzyılda kimi sanatçılarca İtalya’ya taşınmış ve burada ünlenmiş. Mayolika uygulanacak form önce beyaz ya da açık renkli bir sırla kaplanıyor. Desen bu sırlı formun üzerine, aynı bizim yaptığımız gibi delinmiş desenler üzerinden kömür tozu ile aktarılıyor. Toz boyalar, içine su katılarak sulandırılıyor ve suluboyaya benzer bir teknikle boyanıyor. Ürün pişirildiğinde, desen eriyerek sırrın içine işliyor ve zemin sırrı ile kaynaşıyor. Teknik farklı olsa da elimiz fırçaya alışkın olduğu için, bir günde birer tabak boyamayı bitirebiliyoruz.

Öğle arasında, bizimle beraber mayolika çalışan İtalyan Floriana’nın önerdiği Perugia yolundaki nefis bir İtalyan restoranı Albergo Ristorante Siro’ya, yemeğe gidiyoruz hep birlikte. Floriana, restoranın sahibinin yakın arkadaşı. Bize klasik bir İtalyan yemeği nasıl olur onu tanıtıyor. Restoranın duvarları resimlerle kaplı. Hepsinin şarapla yapıldığını, boya kullanılmadığını öğreniyoruz. Biz Floriana’nın bu kadar yemeği bir öğünde yiyip nasıl bu kadar zayıf kaldığına, o da bizim bir günde yapabildiğimiz mayolika tabaklara inanamıyor. Ama Türkiye’de de benzer bir uğraşımız olduğunu öğrenince bizlerin birer “mucize yetenek” olmadığını anlıyor. 

Dersten çıkınca kalan zamanımızda Deruta’da girmediğimiz mağaza kalmamacasına geziyoruz. Bizim ürünlerimize göre renkler daha canlı. Mayolika geleneğinde sarı, kahverengi, yeşil, mavi ve siyah renkler ağırlıklı çalışılıyor. Bizim kırmızı, kobalt, turkuaz ve yeşilimiz gibi… Desenler daha geometrik. Hepimizde inanılmaz bir mutluluk hakim. Hava iyice kararmadan eve dönelim diyoruz.
Yol boyunca keyfimize diyecek yok. Güzel bir günü, anılarımızda tekrar yaşıyoruz… Birden karşımıza sabah gelirken görmediğimiz kocaman bir göl çıkıyor… Göl üzerinde batan güneş manzarası harika. Sabah neden dikkatimizi çekmedi bu göl diye şaşırıyoruz. Deruta’ya bir an önce varma arzumuzdan gözümüz hiç bir şey görmemiş diye kahkahalar atıyoruz. Birden şen kahkahalarımızın yerini derin bir sessizlik alıyor. Hulki’den Tilki’ye gelen mesaj susturuyor hepimizi. “Yanlış yoldayız galiba”… Bir gün önce akşam, Deruta yolunu çalışırken Arezzo tarafındaki uzun yolda olması gereken Trasimeno Gölü bu. Hızlıca harita üzerinden kısa bir yol buluyor ve ani bir grup kararı ile o yola sapıyoruz.
Yol, yanlışlıkla girdiğimiz diğer yola göre daha kısa belki ama, Umbria bölgesinin belki de tek dağına virajlı bir yoldan tırmanıp, inmek zorunda kalıyoruz. Trasimeno gölünün üzerindeki ay ışığının yansıması da en az gün batımı kadar güzel (!) Neredeyse gece yarısına doğru eve ulaştığımızda, Toscana’da kaybolmanın da ayrı bir keyif olduğu konusunda hem fikir oluyoruz. Hiç bir şey keyfimizi kaçıramaz.
Dördüncü günümüzde Deruta’ya 15 km mesafedeki Perugia’da yemek kursuna katılıyoruz. Söylememe gerek yok ama, kursun olduğu evi de nedense 1 saat aradıktan sonra ancak bulabiliyoruz. Artık bu kayboluşlar bize gezinin bir parçası gibi geliyor.  Yarım günlük kursta yapmayı öğrendiğimiz közlenmiş biberli bruşettayı başlangıç olarak, sebzeli makarnayı ilk yemek olarak, kızarmış baharatlı tavuğu ikinci yemek olarak ve vişneli turtayı tatlı olarak yiyerek, öğle yemeği sorununu da halletmiş şekilde ayrılıyoruz oradan. Kalan zamanımızda Perugia’yı geziyoruz.

Burası da oldukça ilginç bir üniversite şehri. Eski şehir merkezi tepede. Yeni şehir ise Tiber nehri kıyısında düzlükte kurulmuş. Arabaları yeni şehirde bir otoparka bırakıp, buradan eski şehir merkezine ulaşmak için, tünellerin içinden, yeraltı müzelerinin ve çarşılarının arasından kah yürüyerek kah yürüyen merdivenle çıkmamız gerekiyor.

Yeraltından günışığına çıkana kadar süren bu yolculuk, zamanın içinde bir yolculuk gibi. Eski şehir merkezine günün belli saatlerinde araba ile girilmesi yasak. O yüzden yeraltından çıktığımızda gördüğümüz şehir bizi büyülüyor. Eskinin bu kadar güzel ve çağdaş bir şekilde bugüne taşınmasının güzel bir örneği Perugia. Yaşlı sokaklar, genç insanlar karması…


IV Novembre Meydanına doğru yürüyoruz. Meydanda, Duomonun merdivenlerinde, gölgede bir mola veriyor, önümüzden akıp giden insan selini izliyoruz.
Eski şehrin en önemli meydanı bu. Maggiore Çeşmesi etrafı, güneş nedeniyle susayan kuşlara kalmış.

Biraz soluklandıktan sonra, şehrin daracık, tarihi sokaklarında kaybolmaya çalışıyoruz. Ama bu kayboluşlar her seferinde bizi güzelliklere götürüyor.  Yüzyıllar öncesine ait yüksek taş duvarlardaki küçücük pencerelerin ardında süren hayatlar, hepimizde merak uyandırıyor. Dönüş yolunu dün yaşadığımız maceradan dolayı gayet iyi biliyoruz. Kaybolma hakkımızı sabah kullandığımız için, akşam ilk defa hiç bir telaş yaşamadan eve varıyoruz.
Yeni gün erken başlıyor. Kahvaltı sonrası yine Perugia tarafına gitmeye karar veriyoruz. Kaybolmadan gidebileceğimiz bir yer. Bu sefer hedefimiz Assisi.

1250’lerde yapılmış San Francesco Bazilikası, burayı oldukça önemli bir merkez yapmış. Burası da Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor.

Kasabaya girdiğimizde, kendimizi Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanının film setinde gibi hissediyoruz. Her yer, dünyanın dört bir yanından gelen rahiplerle dolu.

Çiçeklerle bezeli taş evler, tertemiz sokaklar, kalabalığa rağmen tuhaf bir sessizliğin hakim olduğu meydanlar… Amerika’daki San Fransisko şehrine adını veren bu katolik bazilika, çok büyük. İçindeki freskler, gördüklerimin en güzeli… Dünyanın dört bir yanından gelmiş katolikler, burada yaptıkları duaların onları daha çok koruyacağına inanıyor olmalı. İçerisi, gerçekten çok kalabalık. Bu bazilika dışında, Santa Chiara Bazilikası, San Rufino Duomosu ve Santa Maria Minevra kilisesi de var kasabada… Assisi tam bir ibadet şehri…
Buradan dönüşte, Anghiari’ye uğruyoruz. Kasabanın adı, daha çok Leonardo da Vinci’nin kayıp freskosu “Anghiari Savaşı” ile geliyor akla.  1400’lü yıllarda Floransa’lılar ve Milano’lular arasında yapılan Anghiari Savaşı ile ilgili fresko, rönesans zamanının en iyi eserlerinden biri olarak bilinmesine rağmen bugün nerede olduğu tartışılıyor. Freskonun, Floransa’daki Palazza Vecchio’nun duvarındaki Georgia Vassari tarafından yapılmış bir diğer freskonun ardında olduğu tahmin ediliyor. Leonardo’nun adını ölümsüzleştirdiği Anghiari de diğer Toscana şehirleri gibi yüksek taş duvarlı evleri, dolambaçlı dar sokakları, rengarenk çiçek bezeli bahçeleri ile masal şehri kıvamında.

Arabaya gerek duymadan, sokak sokak yürüyerek gezilebilen bu güzel kasabada evlerin çoğunun duvarı  bitişik. Ama kapıları, pencereleri farklı hizalarda… Sanırım birbirlerinin hayatlarına duyulan saygı nedeniyle böyle. Kimse kimsenin özel hayatına dahil olmuyor.
Toscanada altıncı günümüzde Floransa’yı geziyoruz. Ama burası da başlı başına bir yazı konusu. Artık ayrılma zamanı geliyor. Hepimizin anılarında daracık sokakları, yüksek taş duvarlı evleri ve kiliseleri, rengarenk çiçekli bahçeleri ve pencereleri, üzüm bağları, lezzetli şarapları ve makarnaları, tarihlerine saygılı, geçmişi unutmadan bugünlerine sahip çıkan, yardımsever ve neşeli insanları ve kaybola kaybola ulaştığımız tüm diğer güzellikleri ile yaşayacak Toscana… 
Farklı yolculuk düşlerinde görüşmek üzere… Rotanız hep güzelliklere, dostluğa ve sevgiye doğru olsun… 
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: Sonat Şen –Ankara(2013)