28 Şubat 2014 Cuma

SU PERİLERİ'NİN KAYIP ŞEHRİ: SAGALASSOS


Siz de bastığınız toprağın, sadece bu zamana ait olmadığının bilincinde olanlardan mısınız? Adım atarken toprağı incitmekten korkan, tarihe zarar vermekten çekinenlerden… Anadolu’nun neresine gidersem gideyim, bu duyguyla gezerim ben. Uslanmaz bir hayalperest olduğumdan, sona eren hayatlara ait duygulu ruhların, yaşadığı yerden uzaklaşamadığını, toprağa-taşa bir gün bulunmak umuduyla bıraktıkları izlerin, karşıma hiç umulmadık bir anda çıkabileceğini düşünürüm. Murathan Mungan'ın da dediği gibi bilirim ki "zamanla kabaran toprak yalnızca ölüleri, kemikleri değil hakikatleri de geri verir. Zaman’ın rüzgarı estikçe toprağın altına gömülen ne varsa yavaş yavaş çıkmaya başlar ortaya."
Belki de benim gibilerin düşlerini gerçeğe dönüştürdükleri için, her zaman saygı duyarım arkeologlara. Hayal bile edilemeyecek geçmiş yaşamların izlerini sürüp, tozlu parçaları sabırla bir yapboz gibi birleştirip, toprağın altında uykuya çekilen o hayatları tekrar uyandırdıkları için, imrenirim onlara.

İşte yine böyle bir merakın peşine takılıp, benim gibi geçmişi didiklemekten hoşlanan dostlarımı da yoldaş edinip gittim Sagalassos’a. Bölgede yapılan kazılardan, yıllar önce göller yöresine yaptığım bir gezide haberdar olmuştum. İsmini ilk kez duyduğum bu antik şehre, o kadar yakın olup da, gezememek üzmüştü beni. Ama geçen zaman, tarihin ayağa kalkmasına ve yıllardır toprağın altında derin bir uykuda yatan eserlerin büyük bir kısmının, güneşle tekrar buluşmasına yardım etmiş. Bazı buluşmalara geç gitmek iyi olabiliyor yani…


Sagalassos, Burdur iline bağlı Ağlasun ilçesi sınırları içinde. Ankara’dan yapılacak 4,5 saatlik bir yolculukla Burdur’a ulaşmak mümkün. Eğer araba ile gidilmediyse, Burdur’dan Ağlasun’a kalkan dolmuşlar var. (http://www.aglasunkoop.com/zaman.html) Bu dolmuşlar, talep olması halinde Sagalassos’a da yolcu bırakıyorlar. Yörenin sıcakkanlı, hoş sohbet insanları ile daha çok vakit geçirmek istenirse, bence en güzel ulaşım şekli bu. Ama özel arabayla yolculuktan hoşlananlar için belirtmeliyim ki, antik şehre uzanan araba yolu da şaşırtıcı bir konfora sahip. Çünkü, 2010 yılı ağustos ayında ayağa kaldırılan Antoninler Çeşmesi’nin açılışı için bölgeye gelen yüksek protokolün (o dönemki Kültür ve Turizm Bakanımız, Burdur Valimiz, Belçika'nın Ankara Büyükelçisi, Sagalassos Antik Kenti Kazı Başkanı olan Belçikalı Arkeolog, Leuven Üniversitesi Onursal Rektörü, Belçika'dan gelen sponsor aileler, üniversite yetkilileri ve tarih severler) ulaşımını sorunsuz sağlamak amacıyla, yol asfaltlanmış.

Gezinin ana konusu Sagalassos olsa da, kazılarda çıkarılan eserlerin asılları Burdur Müzesi’nde sergilendiği için, bizim yolculuğumuzun ilk durağı Burdur il merkezi oluyor. Burdur Müzesi, yıllar itibariyle bölgenin zengin kültürel ve tarihi varlıklarına en iyi şekilde ev sahipliği yapabilmek adına oldukça genişletilmiş bir tarihi bina aslında.
  

Müze girişine yerleştirilmiş “Dans Eden Kızlar” frizi, Sagalassos kazılarından çıkmış eserlerden biri. Zaten müzenin önemli bir bölümü, Sagalassos’ta replikalarını göreceğimiz heykellerin ve frizlerin asılları ile dolu. Müzeyi gezerken, düşlerimdeki antik kentin ihtişamı daha da artıyor. Markus Aurelius heykelinin 1 metre boyundaki başını, 80 cm boyundaki ayağını görünce bu heykellerin bir bütün olarak sergilendiği alandaki yapıların ne kadar büyük olabileceğini düşünüyorum ister istemez.

Müzede sergilenen heykellerin önemli bir bölümünün antik şehirdeki çeşitli havuzlara ait parçalar olduğu belirtiliyor. O zamanların Sagalassos’u, bu dev Yunan Tanrılarının heykelleri ile doluymuş demek ki. Aşağı Agora’daki çeşmelerde zafer tanrısı Nike’ı, aşk tanrıçası Aphrodite’i, deniz tanrısı Poseidon’u, Yukarı Agoraki çeşmelerde ise ilahi adalet tanrıçası Nemesis’i, sağlık tanrısı Asklepion’u ve şarap ve eğlence tanrısı Dionysos ile Satyr’i görmek, bu tanrıların olduğu çeşmelerden su içerek ömür geçirmek ne güzel...


Müzede sadece Sagalassos kazılarından çıkan eserler yok elbette. Anadolu’da gün ışığına çıkarılmış en büyük Meclis Binalarından birine ev sahipliği yapan ve duvarlarında gladyatör dövüşlerinin resmedildiği frizlerin olduğu mezarlar bulunan Kibyra kazılarının ve insanlığın göçebe hayattan yerleşik hayata geçtiğinin en önemli bulgusu sayılan çanak çömlek yapımının öğrenildiği döneme ait bulguların ele geçtiği Hacılar Höyüğü kazılarının da eserleri, müzede oldukça güzel bir şekilde sergilenmekte. Ama bu geziye Kibyra (Gölhisar) ya da Hacılar’ı dahil etmemiz mümkün değil. Ağlasun ve Gölhisar arası gitmeye kalksak en az 2 saat daha yol yapmayı göze almamız gerekiyor.  Sadece 2 güne, tüm bu güzellikleri sıkıştırmak haksızlık olur. Onlar da başka bir geziye konu olsun, yeniden yollara düşmek için bir sebep olsun diyoruz.


Burdur içinde müze dışında görülecek başka yerler de var üstelik… 17 yy. Osmanlı sivil mimarisinin önemli eserlerinden sayılan şehir merkezindeki konaklardan bazıları restore edilerek, müze şeklinde ziyarete açılmış. Duvarlarındaki kalem işçiliği süslemeleri ile dikkat çeken Bakibey konağı bunlardan biri. Bir diğeri de birinci katı taş, ikinci katı kerpiç ve ahşap yapı malzemesi ile inşa edilmiş, özellikle Baş odanın bir duvarı ve altındaki iki yanı açık ahır kısmı kesme küfeki taşından yapılmış Taşoda konağı…

Bu konaklar dışında da geçmiş yüzyılların özelliklerini taşıyan ve Kültür Bakanlığı tarafından kamulaştırılarak restorasyonu yapılan birkaç tarihi ev var Burdur’da. Ama bu güzellikler, hiçbir estetik duygu vermeyen, genellikle daha geniş olması açısından bitişik nizam yapılarak bahçeleri yok edilmiş beton evler arasında kaybolmaya başlamış. Bu sokakları gezerken, yarın göreceğim Sagalassos geliyor aklıma yine. Yaşam izleri MÖ. 10.000’e kadar uzanan ve benim görmeyi beklediğim şehir kalıntıları da neredeyse, MS. 1. yy’la tarihlenen hayalimdeki şehirle karşılaştırıyorum gördüklerimi. Geçmiş uygarlıkların estetik mirası ile övünürken, bir gün geçmişe karışacak bugünlerini, birbirine tıpatıp benzeyen cam ve beton bina yığınları ile dolduran tüm şehirlerin ve bugünün Burdur'unun, yüzyıllar sonrasına geriye ne bırakmayı düşünerek yaşadığını anlamaya çalışıyorum. Hangi estetik duygu ile anılmayı bekliyor bu insanlık?


Umuda açılan küçük pencereler olsa da, genelde bahçesiz, çiçeksiz, betondan evlerin kapladığı, kaldırımsız sokaklardan çıkıp, doğayla buluşmaya karar veriyoruz. Şehrin neredeyse merkezinde sayılacak yakınlıktaki Burdur Gölü, gönlümüzü nispeten ferahlatıyor. Göl, her ne kadar bölgedeki tüm diğer göller gibi (Eğirdir, Kovada, Beyşehir) her yıl su seviyesinden biraz daha kaybetse de, yine de gerek yerel halkın, gerek bizler gibi dışarıdan gelenlerin nefes alabileceği en güzel doğal alanlardan biri. Türkiye’de ender görülen ve nesli tehlikede olan dikkuyruk kuşları da kışlarını burada geçirmeyi tercih ediyor hala…Göl kıyısındaki gözlemevinde çay içiyoruz. Güneş ışıkları, göl üzerinde kızıl lekeler bırakmaya başlıyor. 


Dünyanın her yerinde, suda kaybolan güneş bambaşka bir huzur verir insana. Su üzerinde bir süre devam eden renk oyunu, bakan her gözde farklı anılar canlandırır. Burdur gölü kıyısında yaşadığım günbatımında, benim hayallerimde su perileri var bu sefer… Sagalassos tepelerine mekan kurmuş tanrılar arasında yaşayan su perileri, acaba o tepelerden izledikleri gün batımlarında ne hayaller kurmuşlardı? Yüzlerce yıl boyunca toprağın altında kalan o hayatların bugüne kalan izleri, o hayallerin ne kadarını gün ışığına kavuşturmuştu?

Tüm bunları öğrenmek ve görmek için sabah olmasını bekliyoruz. Ertesi sabah kahvaltı sonrası, Sagalassos yolu üzerinde olduğu için görmeye kayıtsız kalamadığımız, İnsuyu mağarasını da gezdikten sonra bulacağız tüm bu soruların cevaplarını…


İnsuyu mağarası, 1966 yılında turizme açılmış olsa da, mağara içindeki sarkıt ve dikitlerin oluşumunun 10-15 bin yıl önceye ait olduğu tahmin ediliyor. Sagalassos’ta yaşam başladığı dönemlerde, bu mağara da yavaş yavaş oluşmaya başlamış yani…Bilinen uzunluğu 597 metre olmakla birlikte, gezilebilen mağara uzunluğu 525 metre. Oldukça rahat geziliyor üstelik. Koridorların yüksekliği, mağara içindeki hava sirkülasyonun güzelliği, insanı hiç bunaltmıyor. İçeride 9 adet göl var. Büyük göl diye bilinen, ama yıllar içinde azalan suyu nedeniyle küçülüp parçalanan, 512 m2’lik alanı ile Türkiye’nin bilinen en büyük yer altı gölü olan gölde, bir zamanlar sandalla gezilebildiğini öğrenince hayret ediyoruz yine de… Yerin altında, karanlığın içinde, su sesleri arasında, durduğun yerdeki ışığın da etkileyeceği bakış açına göre farklı bir benzetme yapılabilecek sarkıt ve dikitlerle daha fazla oyalanmadan, yerüstüne çıkıyoruz. 


Artık bizi buralara getiren, antik şehirle buluşma zamanı… Araba, Akdağ’ın eteklerindeki tepeler üzerinde kıvrıla kıvrıla giden yol üzerinde ilerledikçe, gözümüzün önünde uzanan ova büyülüyor bizi ilk olarak… Tanrılarını da yanına alarak bir yaşam kuran geçmiş zaman insanları, belki de yaşama böyle yüksekten bakınca daha güvende hissediyordu kendini diye düşünüyorum. Sagalassos, Pisidia’nın birinci kenti iken burada yaşayan insanlar, huzur ve başarı ile geçen günlerin ardından, önce vebaya sonra depreme yenik düşene kadar, o ovada yeniden hayata tutunacağını hissetmiş miydi acaba? Bu soruların yanıtları, benim hayal dünyamda gizli elbette. Ama gerçek, bırakılan izleri sabırla takip edenlerin derlediği bilgilerde tüm insanlığın elleri altında...

                                                                                                                      *Sagalassos'ta Yukarı Agora'nın maket görüntüsü

Şehir, yüzyıllar süren uykusundan 1700'lerin başında 14. Louis tarafından görevlendirilen bir Fransız diplomat tarafından uyandırılmış ilk olarak. Ancak o zaman bulunan harabelerin Sagalassos'a ait olduğunun anlaşılması, 1800'lerin sonlarına yaklaşıldığında mümkün olmuş. 20. yüzyıla girildiğinde artık "Sagalassos" bilinen bir antik kentmiş ama, o dönemlerde yapılan kazılarda deniz kıyılarındaki diğer büyük antik kentlerde yoğunlaşıldığı için, Sagalassos kazıları gölgede kalmış. 1980'lerde bölgedeki yüzey araştırmaları tekrar başlamış. Marc Waelkens başkanlığında yürütülen kazı çalışmaları ile gelinen bugünkü nokta, bizim gibi hayalperest gezginleri büyülemeye yetecek boyutta.


Kazı alanına girdikten sonra, yukarıdaki şehir planına göre antik kentin gezi rotasını belirlemek mümkün. Biz, girişin sağ tarafında kalan Kent Konağından yukarı doğru yönelmeyi seçiyoruz. Bu bölge, imparator Augustus döneminin şehri yeniden yapılandıran zenginlerinin yaşadığı ve Anadolu'da bilinen en büyük evin olduğu bölge. Kazı alanı içinde görülen avlular, odalar dikkate alındığında ve bu kalıntıların MS 1. yy'dan bugüne kaldığı düşünüldüğünde buraya Kent Konağı değil Kent Sarayı demek daha doğru olurmuş gibi geliyor bana aslında.  Konağın yanından biraz daha yukarı çıkıyoruz.



Tırmanırken, rüzgar ve güneş arasındaki mücadelenin kazananının da kim olacağı konusunda merak sarıyor içimi. Gözlerimi kamaştıran güneşe rağmen, uyuyan toprağın altındaki tarihe meydan okurcasına esen rüzgara karşı korunabilmek için, yanımda getirdiğim montu, şalı üst üste giyiyorum. Ama Geç Helenistik Çeşme'ye vardığımızda, güneşin rüzgarı yendiğini anlıyorum. Artık kulaklarımızda rüzgarın uğultusu değil, üç kenarı sütunlarla çevrili avludaki su haznesine, geçmişte olduğu gibi kaynağından gürül gürül akan suyun sesi var. Çeşmeden akan kaynak suyu buz gibi. Zamanında, kentin varlıklı ailelerinin bu çeşmeden yararlanmış olduğunu hayal ediyorum. Çeşmenin gölgesinde yapılan sohbetler, aşağıdaki ova manzarasına karşı dalınan hayaller... 500'lü yıllarda yaşanan depreme kadar ayakta kalmış olan bu çeşmenin taşlarında saklanmış çok sırlar vardır şüphesiz. Ama o sırları bulmak da tarihçilerin işi... Bizim payımız gezmek ve hayal kurmakla sınırlı... 


Helenistik Çeşme'nin üst tarafına yöneldiğimizde gördüğümüz yapı ise "Kütüphane". Bir zamanlar insanların zenginliklerini göstermek için yaptırdıkları eserler arasında bir kütüphane olduğunu görmek ne güzel. Neon ailesi tarafından ölen babaları için yaptırılan bu kütüphane, gerek yapılış amacı gerekse mimarisi açısından Efes'teki Celsus kütüphanesine benziyor. Kütüphanenin zeminindeki mozaiklerde, Truva Savaşı ile ilgili destandan esinlenilmiş bir sahne var.
Zira, tiyatrodan sonraki hedef noktamız Antoninler çeşmesi. Çeşmeyi görüp de büyülenmemek mümkün değil. Depremle yaşadığı zarar ve toprağın altında geçen yüzlerce yıla rağmen, bugün ayağa kaldırılmış bu eşsiz çeşme, bugüne kadar gördüğüm anıtsal çeşmelerin en güzeli bence... (13 yıl boyunca sürdürdükleri sabırlı ve başarılı bir çalışmayla bu çeşmeyi ayağa kaldıran, mimari restorasyon uzmanı Semih Ercan ve ekibine sonsuz gezgin teşekkürleriyle)  28 metre uzunluğu ve 9 metre yüksekliği getirin gözlerinizin önüne... Bir de su havuzlarına bu yapının ortasından 4,5 metre yükseklikteki şelaleden gürül gürül akan suyu... Çeşmeyi süsleyen Dionysos ve Satry, Nemesis, Apollo, Asklepion ve Koronis heykellerini... Zamanın tuzla buz ettiği tarih, yüzyıllar sonra 3500 parça halinde bir araya getirildiğinde  işte bu şaheser çıkıyor ortaya.


Benim için, buradan ayrılıp kentin diğer bölümlerini gezmeye devam etmek güç oluyor. Ama inanın ne "Dans Eden Kızlar Frizinin" yer aldığı Kuzeybatı Heroon'un, ne Seçilmişlerin Meclis Binasının dışındaki savaş temalı frizler ve tanrı büstlerinin, ne tanrı Zeus'a adanmış Dor Tapınağı'nın bugüne kalan kalıntılarının, ne pazar alanının, ne Odeon'un,  ne de Hadrian Çeşmesi'nin ve Roma Hamamı kalıntılarının insanı etkileme gücü, Antoninler Çeşmesi'nden az değil. Ama benim gibi romantik biriyseniz, su perilerinde kalır aklınız... Ve yine sözü Murathan Mungan alır. Der ki ;

"İnsandan daha uzun yaşar kemikleri. Dillerini ne kadar toprağa gömerseniz gömün, kelimelerin kemiklerini örtecek toprak yoktur. Gün gelir, yazılır, söylenirler."

Ben bu kadarını söylüyor ve yazıyorum... Daha fazlasını su perilerinden öğrenmek için yola çıkma sırası sizde... 
Gezi düşlerinizin hiç eksilmemesi dileğiyle...

YAZI VE FOTOĞRAFLAR SONAT ŞEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder