28 Mayıs 2015 Perşembe

BALTIK BAŞKENTLERİ TURU


BALTIK ÜLKELERİ
Baltık ülkelerine yapacağınız ilk gezinizde hayret ve  neden daha önce gelmemişim ! diye pişmanlığı da birlikte yaşarsınız
Ben yıllardır dünyayı gezen ve gezdiren, vızır vızır Avrupa ve İskandinavya turları yapan bir rehber olarak nasıl olmuş da bu çok güzel üç ülkeyi göz ardı etmişim, atlamışım diye çok hayıflanmıştım Baltık ülkelerine yaptığım ilk ziyaretimde.
Bu üç sevimli ülkenin ortak özellikleri doğal güzellik, tarihi ve mimari zenginlik, temizlik ve romantizm. Son on yıldır yıldızı parlayan bu üç ülkenin güzel ve dost insanlarını da henüz bozmamış, şımartmamış turistik zenginlik.
Baltık ülkeleri tur programlarında kalıplaşmış bir sıra takip edilir; Litvanya, Letonya ve Estonya. Ben de bu sırayı bozmadan az ama öz bilgi vereyim sizlere.
   
LİTVANYA VILNIUS
Üç Baltık ülkesinin en büyüğü olan Litvanya’nın yüz ölçümü sadece 65 000 km 2. 14.yy'da Avrupa’nın en büyük krallığı olan Litvanya tarih boyunca Polonya, Almanya, Rusya ve SSCB arasında el değiştirmiş. Litvanların yanısıra Polonyalılar, Ruslar, Ukraynalılar, Almanlar ve Tatarlar gibi etnik gruplardan oluşan ülkenin toplam nüfusu bizim Ankara’nın nüfusunun yarısı kadar yani 3 milyon civarında. 2004 yılında AB üyesi olan Litvanya ancak 1 ocak 2015 de  para birimi Litas'dan  vazgeçip Avroyu  kullanmaya başladı. Euro kullanan diğer 18 ülkede olduğu gibi burada da hayatın ateş pahası olacağı kesin.
Vilnius

   550 bin nüfuslu VİLNİUS şehri 600 yıllık bir başkent ve adeta çok dinli bir merkez. Avrupa’nın tam ortasında bulunduğu için olsa gerek Napolyon gibi imparatorların ve ordularının gelip geçtiği ve tarihi izler bıraktığı bir şehir olmuş Vilnius.  Bu şehri “Kuzeyin Kudüsü” olarak adlandırmakta hiç de haksız değil Napolyon. Bunu parke taşla bezeli eski şehir meydanında ve dar şirin sokaklarında yürürken çok daha net anlıyor insan. Eski şehir meydanı Avrupa’nın en geniş meydanlarından biri ve mimari çeşitliliği nedeniyle 1994 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine girmiş. Bu meydan 1989 yılında tarihte yer almış en yumuşak, en romantik ve bir o kadar da etkili devrim olan Şarkı Devriminin başladığı yer olmuştur. Halk Sovyet rejimini protesto etmek amacıyla Katedral Meydanı’nda bir araya gelmiş ve el ele vererek Letonya’dan geçip Estonya’ya kadar ulaşan yaklaşık 500 kmlik bir insan zinciri oluşturmuş ve özgürlük şarkılarıyla çınlamış her yer. 1990 yılında SSCB’den bağımsızlığını ilk ilan eden ülke olmuştur Litvanya.
 Tarih boyunca kimi zaman şifa, çoğu zaman aksesuar amaçlı kullanılmış olan Kehribar Litvanya halk kültüründe önemli bir yer tutmakta; örneğin hala bayanlar parlatılmamış kehribardan yapılmış kolyelerle hem şık görünüp hem de guatrdan korunmaya çalışmaktalar.  256 farklı renk tonu olduğu bilinen kehribarın Vilnius’da çok güzel bir müzesi var.
   Sadece 28kmlik kısa bir yolculukla iki göl arasında yer alan tarihi TRAKAİ kasabasına ulaştığınızda kendinizi bir masal kahramanı gibi hissedebilirsiniz. Bir zamanların başkenti olan bu masalsı kasabanın tam ortasında bulunan kaleyi gezip, gölde kısa bir gezi yaparken bayram eden gözlerinizi mideniz kıskanacak ve isyan etmeye başlayacaktır.
İşte o zaman bir kır lokantasında oturup,  Karay Türklerinin geleneksel yemeği olan “Kıbın”ı tadarak midenizin isyanını bastırabilirsiniz. 1397 yılında Karadeniz kıyılarına gelen Büyük Litvanya dükü Vytautas buradan ülkesine Müslüman ve Musevi Kırım Tatarı  göçmenlerle dönmüş ve bu göçmenlerin arasında bulunan kökenlerinin Türklerin Hazar boyuna dayandığı düşünülen Karay ailesinden 300 kişi Vytautas’in Trakai deki sarayına yerleştirilmiştir.



Trakai Kalesi

Ertesi gün kuzeye Letonya’ya doğru giderken dünyada eşi benzeri olmayan bir yerde mola verirsiniz. Hill of Crosses yani yüz binlerce irili ufaklı haçın bir arada olduğu tepecik. Kimi 2 m yüksekliğinde, kimi bir kolye ucu olacak küçüklükte binlerce haç. 1830larda ülkelerini bölen Rus askerine karşı Lehlerin ve Litvanların giriştiği başarısız ayaklanma sonrasında başlamış bu tepeciğe haç dikme geleneği. Birçok kere buldozerlerle yok edilmeye çalışılsa da 1993 yılında Papa I. John Paul’ün ziyareti ile kutsanmış ve artık bir Katolik haç yeri olarak her yıl binlerce ziyaretçinin uğrak yeri durumunda.
Rundale Sarayı
Sınırı geçtikten sonra Letonya topraklarında verilecek mola ise Riga’ya yaklaşık 74 km kala RUNDALE yazlık sarayında. Meşhur mimar Bartolomeo Rastrellinin 18.yy da barok ve rokoko tarzında inşa ettiği, politik ve ekonomik sebeplerden dolayı ancak 32 senede bitirebildiği güzel bir saray burası. Tarih boyunca farklı kişiler tarafından kullanılan müze sarayı gezerken en çok Katerina’nın kulağı çınlatılır. 
Mademki artık Letonya’dayız o zaman biraz genel bilgi vereyim. 
LETONYA  (LATVIA)

Üç ülkeyi içeren Baltık turunda büyükten küçüğe ve güneyden kuzeye doğru gidiyoruz. Yani Letonya Litvanya’nın kuzeyinde yer almakta ve yüz ölçümü birazcık daha küçük; sadece 64 600 km2. Nüfusu ise 2,5 milyondan az. Resmi dil Letonca ve güney komşuları Litvanların diliyle benzeşiyor, çünkü bu iki millet aslında aynı kökten geliyorlar ve sonrasında da aynı kaderi paylaşıyorlar. Dolayısıyla kültürleri de benzeşiyor ancak Litvanların biraz daha romantik ve duygusal olduğu söylenir hep.

Başkent Riga  Sovyet döneminde St. Petersburg’dan sonra 2. önemli şehirmiş  ve bunun en güzel kanıtı 1900lerin başında gelişen Art Nouveau ya da Jugendstil dediğimiz mimari tarzda inşa edilmiş 700e yakın birbirinden nefis binanın bulunması. Viyana, Prag gibi bir çok ünlü Avrupa başkentinde bile yok bu kadar çok ve güzel örnekleri bu estetik mimari stilin. Mimarisi kadar doğası da güzeldir Riga’nın. Ortasından süzüle süzüle akan ırmak başka bir huzur ve hayat katar Riga’ya. Eski şehirin meydanında yürürken nereye bakacağınızı şaşırırsınız;  güzel tarihi eserler,   cok cazip vitrinler, güzel insanlarla dolu meydan kahveleri. 


Letonlar'ın milli bir içkisi var. 1752 yılından beri Riga’da üretilen; adı Riga Black Balsam. Aslında tarihi bir ilaç reçetesidir bu. Eczacı Kunze tarafından oluşturulan 24 çeşit bitki, meyve, yağ ve baharat karışımı likör Rus imparatoriçesi Katarina’yı da iyileştirince gerçek üne kavuşmuştur. Soğuk algınlığı ve sindirim sorunlarına ilaç niyetine içilen bu balsam kokteyillere ya da kahveye eklenerek servis ediliyor.
Riga’nın bir başka özelliği ise Noel ağacının ilk kez bu şehirde 1510 yılında noel gecesinde süslenmiş olması. Daha sonra tüm Avrupa’yı saran bu geleneğin ilk kez Riga’da başlamasının sembolü olan stilize çam ağacı her daim pırıl pırıldır eski şehir meydanında. 
Güzel bir gece hayatı vardır Riga’da. Dünyaca meşhur gece kulüpleri en erken 22de açar kapılarını ancak casino merakı olanlar günün her saatinde her köşe başında bulabilirler aradıkları heyecanı.
Riga’nın sadece 25 km batısında ise JURMALA isimli müthiş bir tatil beldesi vardır.  32 km uzunluğunda bembeyaz bir kumsal düşünün. Tertemiz. Mavi bayraklı sahilde sigara içmek ve köpek gezdirmek yasak.  Ancak su o kadar sığ ki metrelerce denizin içinde yürümeniz gerekir. Tabi bizim gibi üç tarafı birbirinden güzel denizlerle çevrili bir ülkeden gelenlere göre değil buralar ama yine de 19. ve 20.yüzyıldan kalma iki katlı ahşap evlerle süslü bu belde görmeye değer.
Riga’nın 53 km kuzey doğusunda ise Letonya’nın ikinci önemli nehri Gauja’nın vadisine yerleşmiş  SIGULDA isimli güzel bir kasaba var. Güzel doğası ve kalesiyle bir film platosu gibi ama aslında tam bir spor merkezi. Ev sahipliği yaptığı bisiklet yarışları, kış olimpiyatları ve festivalleriyle meşhur Sigulda.
Nehrin diğer yakasında ise Milli parkın içinde TURAİDA isimli 13.yydan kalma bir ortaçağ kalesi yer alır. “Tanrının Bahçesi” demekmiş Turaida eski Leton dilinde. Kalenin ayakta kalmış tek bir kulesi var.  38 m yüksekliğinde 5 kattan oluşan bu ana gözetleme kulesinin tepesine çıkarsanız al gözüm seyreyle diyeceğiniz güzellikte bir manzara görürsünüz.
Bu bölgede kulaktan kulağa dolaşan bir halk hikayesi vardır. 17 yy da yaşanmış bir aşk ve iffeti uğruna canından olmuş güzel genç kız “Turaida’nın Gülü Maija’nın” hazin hikâyesi. Kalenin hemen yanındaki müzenin 2. katında bu hikâyenin kahramanlarını görebilirsiniz.

Üçüncü Baltık ülkesi ESTONYA’YA gitmek üzere Riga’ya veda etmenin ve kuzeye doğru yola koyulmanın zamanı geldi. 315km yolunuz var.  Yaklaşık 2 saatlik yolculuktan sonra sınırı geçince artık Estonya’dasınız. 45 000 km'lik yüz ölçümü ve 1,5 milyonluk nüfusu ile şirin bir ülke olan Estonya’nın %40'ı ormanlarla kaplı ve 1400 gölü var. Resmi dil olan Estonca, Fince ve Macarca ile aynı dil grubuna bağlı. Estonya'da dini inanç olarak Luteranlar çoğunluktadır. Sınırı geçtikten sonra bir saatlik yolculuk sonrasında Estonya’nın  bir çok kültür ve spor etkinliğine ev sahipliği yapan tatil beldesi PARNU’da bulursunuz kendinizi. Estonya’nın yazlık başkenti  olarak bilinen şehirde son yıllarda sağlık turizmi de önemli bir yer tutmakta. Parnu’da keyifli bir yürüyüş yapıp bizim pişiye benzeyen çöreklerinden tattıktan sonra yola devam.  2 saatlik yolculuktan sonra başkent Tallinn.
TALLİNN
Estonya’nın başkenti ve ana limanı olan bu güzel şehrin nüfusu 400 000.  1918 e kadar adı “Reval” iken 1918 yılında “Çiftçi kenti” anlamına gelen Tallinn olmuş. Eski şehir merkezi iki bölümden oluşuyor. Önce dini sonra da politik merkez olan Katedral tepesi (Toompia tepesi) ve halkın yaşadığı eski şehir.


Toompia kalesi şehrin ortasında 30 m yüksekliğinde geniş bir kireç kayacın üstüne inşa edilmiş 13.yyda. İşte bu görkemli tepe ve kale tarih boyunca yöneten sınıfın ve gücün mekânı olmuş. Bugün Estonya parlamentosu ve Tallinn’in en büyük kubbeli Ortodoks katedrali burada bulunmakta. Güzel bir manzaranın tadını çıkardıktan sonra aşağıya halkın arasına inerseniz çok şirin ve etkileyici bir ortaçağ meydanı karşılar sizi. Bir tarafta 15yy da gotik tarzda yapılmış Belediye Sarayı, bir tarafta yüzyıllardır aynı yerde hizmet veren eczane. Bir tarafta denizcilerin koruyucu azizine ithaf edilmiş St Olav kilisesi. Hemen bir kafede oturup o atmosferin tadını çıkarın. 




Deniz kıyısına gittiğinizde büyük bir anıt çarpar gözünüze. Russalka Anıtı. Russalka denizkızı demek. Bir gemi için daha güzel bir isim olamaz. İşte Russalka isimli bir Rus savaş gemisi 1893 yılında Helsinki’ye giderken batmış ve 177 denizci hayatını kaybetmiş.1902 yılında yapılan anıtta elinde Ortodoks hacı tutan bir melek geminin battığı yeri göstermektedir.
Tallinn’e yaz aylarında giderseniz dünyanın en geniş kapsamlı ve belki de en eski koro festivaline denk gelebilirsiniz.  Bir fırsat bulursanız bu festivalin yapıldığı yeri görmenizi tavsiye ederim.
İşte böyle, her bir ülkeden bir tutam bilgi vermeye çalıştım ama tabii ki tahmin edeceğiniz gibi UNESCO Dünya Mirası Listesine girmiş üç şehirde de görecek gezecek daha cok şeyler var. Siz siz olun ve ertelemeyin. Yolunuz açık olsun.

YAZI: Müeyyet TİRİTOĞLU
FOTOĞRAFLAR: Kansav ARSLAN
TEMPO TUR ile Baltık Başkentleri Gezisi

15 Mayıs 2015 Cuma

İTALYA, FRANSIZ RİVİERASI VE KÜÇÜK ÜLKE MONAKO


Bir turda iki ülke gezmenin keyfi bir başka oluyor. Tempo Tur ile  yaptığım İtalya turlarımızda,  Roma, Floransa, Venedik gibi İtalya'nın en turistik en bilinen yerlerini gezip gördükten sonra genelde sorulan soru şu oluyor: "Nezih Bey, İtalya'da başka gezilecek nereler var?" Sorunun cevabı o kadar uzun ki...
Ama, gerçekten bir haftalık İtalya turu bize kendisini çok sevdiren İtalya'ya doyamamış olmanın verdiği bir duyguyla bitiyor genelde. E o zaman daha nereleri görelim? Tabii ki alternatif çok. Sicilya başlı başına bir tur. Ama kuzeybatı İtalya'yı Fransız rivierası ile birleştirince ortaya çok güzel bir tur programı çıkıyor: 
İşte Tempo Tur ile yaptığımız İtalya, Fransa, Monaco turumuz...
Genova, Cote d'Azur, Cinque terre, Portofino, Monaco gibi yerleri  geziyoruz bu turda. Aşağıda tur programı esnasında aldığım notlardan bir ufak özet yaptım. Faydalı olur umarım.
Varış, Genova Havalimanı: Bir liman kenti olan Genova'ya çok yakın sahilde konumlu küçük bir havalimanı. Oradan yaklaşık 2 saatlik bir yolculukla hemen 50.000 nüfuslu San Remo'ya geçiyoruz. Buranın bizim tarihimizde de çok önemli bir yeri var. Son padişah Vahdettin'in, 1922'den, ölüm yılı olan 1926'ya kadar yaşadığı kent olması.






Bir başka önemi ise 1920 Nisanında yapılan ünlü San Remo konferansları. Sevres Antlaşmasının maddelerinin ve Osmanlı İmparatorluğunun nasıl bölüneceğine karar verilen konferanslar burda yapılmıştı. San Remo, 1.Dünya Savaşı yıllarına kadar Avrupa ve Rus sosyetesinin en gözde tatil mekanı idi. Günümüzde de özellikle yaz aylarında çok revaçta bir sayfiye mekanı San Remo.
Ertesi gün Monaco'ya doğru yaptığımız yolculuk esnasında muhteşem bir köye uğruyoruz. Dolceacqua: Ortaçağda zamanın durduğu hissine kapıldığınız, dar ve karanlık sokakları, kale içinde labirenti andıran bu 2000 nüfuslu köy ünlü Cenevizli amiral Andrea Doria'nın da doğum yeri.






Yola devamla, vardığımız dünyanın en küçük ama en zengin ülkesi Monaco. Kumarhaneleri, caddelerindeki lüks otomobilleri, muhteşem yat limanıyla jet sosyetenin uğrak yeri Monte Carlo'ya da uğramadan olmuyor. Monako inanılmaz bir ülke; kişi başı milli geliri 136.000 USD. Eh, nüfus 38000 kişi olunca ve inanılmaz turizm kazancı kişi başına bölününce böylesi bir rakam çıkıyor ortaya tabii. Bağımsız bir ülke olan Monako, prenslikle idare ediliyor ve en büyük geliri hiç kuşkusuz turizm ve kumarhaneleri. Bunun yanı sıra sır tutmasını çok iyi bilen bankalarını ve bir vergi cenneti olduğunu eklemek gerekiyor. Monte Carlo'daki kumarhane tüm turistlere açık. İçeriye giriş için uygun bir kıyafet gerekiyor ancak. Sonrasında, ünlü Cafe de Paris’de birbirinden lüks son model araçların geçtiği meydana bakarak bir kahve içmenin keyfi hiç bir şeyde yok.

Turun 3. günü Fransız Rivyerası'na doğru bir yolculuk yapıyoruz. Yol, tamamen otoban. İtalya Fransa sınırı diye bir şey artık yok. En önemli sınır kapısı olan Ventimiglia kasabası o eski haşmetli günlerini kaybetmiş. 
İlk durağımız Cannes kasabası. Kasaba desek de, aslında 72000 nüfuslu bu kente biraz haksızlık etmiş oluruz. Dünyaca ünlü film festivali ile tanınan bu kent her yıl mayıs ayında festivale ev sahipliği yapıyor. Eğer festival zamanı yolunuz Cannes’a düşerse, dünyaca ünlü yıldızları sokaktaki cafelerde kahvelerini içerken rastlayabilir, beraber resim çektirebilirsiniz. Yine festival zamanı, eğer hava da müsaitse, kendilerini film yapımcılarına veya yönetmenlere tanıtmak isteyen genç film adayı kızları festivalin düzenlendiği sergi salonunun hemen yanındaki kumsalda çıplak güneşlenirken görebilirisiniz. Şehir deniz kenarında ve harika bir sahil boyu caddesi var. Ancak, benim önerim 1 saatlik traktör-tren turu yapmanız. Sonrasında şehri gezemeye devam edebilirisiniz. Cannes’da vakit geçirdikten sonra Saint Tropez’ye doğru yol alıyoruz.





Saint Tropez halkı aslında bizim hemşehrimiz. Yok öyle kardeş şehir olayı değil bu, daha farklı: Yunan kolonileri döneminde  Anadolu’nun Foça’sından giden Yunanlılar kurmuş bu yerleşim yerini. Daha sonra kimler gelip geçmemiş ki. Amma bizim bu şirin balıkçı kasabasına aşinalığımız “Ve Tanrı Kadını Yarattı” filmiyle 1957 yılında herkesin gönlüne taht kuran Brigite Bardot’nun filminin çekildiği yer olması. Peppino di Capri’nin tiwisti de Saint Tropez deyince akla ilk gelenlerden.
Peppino di Capri’nin tiwistini bilmeyenler ya da hatırlamak isteyenler için linkimiz şöyle : https://www.youtube.com/watch?v=pBNAlHp_PS4



Artık 4. güne geldik. Tam günümüzü Fransa’nın muhteşem güzellikteki sahil kenti Nice’e ayırıyoruz. Fransa’nın Paris’ten sonra en fazla otele sahip kenti olan Nice, ülkenin 5.büyük kenti aynı zamanda. Yılda 11 milyon turistin ziyaret ettiği bir şehir. İsminin kökeni yine Yunanca’dan geliyor. Nike, yani zafer kelimesinden türemiş bir isim. 
Nice Fransızlar ve İtalyanlar arasında çok sık el değiştirmiş bir kent. Dolayısıyla, İtalyan ve Fransız etkilerini bir arada görmek mümkün. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline uğrayan Nice, ağır bir bombardımana da maruz kalmış ve çok zarar görmüş. Yine, aynı savaş sırasında 1944 yılında müttefik kuvvetlerinin meşhur Dragon Harekatı ile çıkarma buradan yapılmış. Savaş sonrası hızla gelişmeye başlayan kent, günümüzde en önemli cazibe merkezlerinden birisi.
18. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz zenginlerin önemli bir sayfiye kenti olan Nice’de İngilizler kıyı boyunca 6,5 km uzunluğunda harika bir yürüyüş yolu yapmışlar. Buraya Promenade des Anglais yani İngiliz yürüyüş yolu adını vermişler. Özellikle bahar aylarında bu yol boyunca yürüyüş yapmanın, bisikletle tur atmanın keyfi hiçbir şeyde yok. 
1913 yılında Henry Negresco adında bir zat sahilde nefis bir otel inşa edip kendi adını vermiş. Hotel Negresco: 1974 yılında ülkenin kültür mirası listesine eklenmiş ve halen faal bir otel. 121 odalı ve her bir oda 14.Louis stilinden tutun da art deco tarzına kadar çeşit çeşit stili sunuyor misafirlerine.
Massena Meydanı şehrin bir başka cazibe merkezi. 1832 yılında yapılan meydan yeniden yapılan düzenlemeyle taşıt trafiğinden arındırılıp, tamamen halka açık bir meydan haline getirildi.
Meydana yakın bir alanda ise sebze meyve pazarından, yöreye has hızlı atıştırmalıklardan alınabilir. Fransa, İtalya’ya nazaran yiyecek konusunda daha pahalı. Ekonomik yiyecek seçenekleri için bu meydan ideal.
Akşama doğru tekrar San Remo’ya dönüyoruz; bu, San Remo’da son gecemiz.
5.gün artık Fransa’yla işimiz kalmıyor. İtalya’nın Ligurya bölgesinin başkenti olan Genova’ya doğru yola çıkıyoruz. 
Genova kenti, tarihte bizimle de çok sıkı ilişkileri olan bir şehir. Daha doğrusu, zamanında bağımsız bir Cumhuriyet. Bizde bilinen adıyla Cenevizliler yani. Şehirde dolaşırken sanki İstanbul’un Beyoğlu Şişhane bölgesindeymişsiniz hissine kapılıyorsunuz. Genova’da o kadar çok kebapçı var ki, bazıları da Türkiye’den gitme kişiler tarafından işletiliyor. Balık yemekleri mükemmel. Yöreye has Pesto sosuyla yapılan makarnaların tadına doyum olmuyor. Gün, Genova’dan Santa Margherita adlı kasabaya doğru yaptığımız geziyle devam ediyor. Buradan, tekneye biniyoruz. İstikamet: adına şarkılar yazılan Portofino. Küçücük bir balıkçı köyü Portofino ve nüfusu sadece 1000 kişi. Gün içinde gelen turist gruplarının yemek yediği, deniz fenerine çıkıp eşsiz manzarayı seyredip bir kaç saatini geçirdiği ufak bir köy. Kara yoluyla ulaşım büyük araçlar için imkansız. O yüzden, deniz yoluyla ulaşım tercih ediliyor. Akşam konaklamak için yine bölgede bulunan bir başka küçük kente; 30.000 nüfuslu Rapallo’ya geçiyoruz.







6.gün Milano’ya yolculuk yapıyoruz. Milano İtalya’daki en önemli kent nerdeyse. Büyük bir metropol şehir. Roma’nın, Floransa’nın, Napoli’nin havasını burada bulmak biraz zor. Daha bir Avrupa havası var Milano’nun. Şehrin en görkemli yapısı hiç kuşkusuz yapımına 1383 yılında başlanıp 1892’de tamamlanan Santa Maria Nascente, ya da daha yaygın bilinen adıyla Duomo Kilisesi. Castel Sforzesco dedikleri alanda otobüsten inmek suretiyle Duomo’nun bulunduğu meydana yürüyerek gidiliyor. Bu yol boyunca nefis kahve mekanları, pastaneler mevcut. 2015 EXPO Milano’da düzenlendiği için bu yol boyunca tüm katılımcı ülkelerin bayrakları dalgalanıyor. Bu yılki EXPO teması yiyecek içecek. Duomo’nun bulunduğu meydanda aynısını Napoli’de de gördüğümüz bir Galleria mevcut. Yani bir 19.yüzyıl alışveriş merkezi. Arka kapısından çıkışta yapımı 1778 yılında tamamlanan dünyaca ünlü Sacala operasını buluyoruz. Toscanini ve G.Verdi’nin anıları bu operanın duvarları arasında hala dolaşıyor. Akşamüstü Rapallo’ya dönüş başlıyor.
Turun son günü artık. Bu gün “cinque terre” tabir edilen beş kasabaya bir gezimiz var.
Aslında beş küçük balıkçı köyünden oluşan bir UNESCO Dünya Miras Listesine girmeye hak kazanmış ufacık yerleşimler. Çok kısa bir zaman öncesine kadar pek bilinmeyen bu alan son yıllarda oldukça moda haline geldi. Ulaşım sadece kıyıdan teknelerle ya da La Spezia’dan kalkan banliyö treniyle yapılıyor. Karayoluyla ulaşım sadece otomobiller için mümkün. Coğrafi yapı oldukça zorlu, bu nedenle tren adeta hep tünellerde gidiyor. Arada sırada tünelden çıkışlarda Tiren Denizinin muhteşem mavisi bizi kucaklıyor. Manarola ile geziye başlıyoruz. En küçük olanı aslında Corniglia, ancak turist kafilelerinin gezmesi için oldukça zahmetli. O yüzden Manarola ile başlamak en iyisi. Belki münferiden yapılacak bir gezide zevkli olabilir, ama grupla gitmek pek anlam ifade etmiyor. Genelde tüm katalog ve reklamlarda gördüğümüz kasaba Manarola. Denize dik inen yamaç üzerine kurulu bu küçük köyde evler çok renkli ve içlerinde yaşam devam ediyor. Bazıları pansiyon olarak işletiliyor. 2011 yılı ekim ayında sel felaketi neticesinde çok büyük zarar gören bölge yaralarını hızla sarmış  ve felaketin izlerini silmiş. Yaşanan felaketi unutmamak için de istasyona yakın yerde o günlerde çekilmiş resimleri sergiliyorlar.
Gezimize yine trenle devam ediyoruz. Vernazza kasabasından sonar Monterosso’ya yine trenle geçiliyor. Yolculuk tek yönlü. Gezimizin bittiği noktada otobüsümüz bizi karşılıyor ve Rapallo’ya dönüş başlıyor. Ertesi gün memlekete dönüş yolculuğu başlıyor.
Son gün uçağımız öğlen saatlerinde olduğu için kahvaltıyı keyfe dönüştürüyoruz. Rapallo’nun oksijeninden depoladıktan sonra havaalanı'na doğru yola çıkıyoruz. 

YAZI: Nezih YILMAZ
FOTOĞRAFLAR: Kansav ARSLAN





NEZİH YILMAZ