29 Eylül 2015 Salı

ERMENEK,GÖKSU ŞELALESİ, HADİM


Bu yazıda Tempo Tur’un ilk kez düzenlediği iki günlük bir gezinin notlarını aktarmaya çalışacağız.

Göksu Şelalesi

Gece yarısı Ankara’dan ayrıldıktan sonra sabahın erken saatlerinde ilk durağımız, gerçek bir doğa harikası olan Göksu şelalesi. 20 metreden dökülen şelale, çevresindeki ilginç jeolojik oluşumlarla da görsel bir şölen sunmakta. Göksu’nun kollarından biri üzerinde olan şelalenin yakınlarına piknik alanı olarak kullanılması amacıyla bir tesis de yapılmış ama yeterli olduğunu söylemek pek mümkün değil. Bir de şelalenin görüntülebileceği yerlerde hiçbir emniyet tedbiri alınmamış, dikkatli olmak gerekiyor!



Hadim

Daha sonraki durağımız Konya’nın yaklaşık 13 bin nüfuslu bir ilçesi olan Hadim. İlçenin adı yakın zamana kadar adı “kısırlaştırılmış” anlamına gelen “Hadım”dı. Ama, bu isim beğenilmediği için 2005’te “hizmetkâr” anlamına gelen “Hadim” olarak değiştirildi.
Eğer mevsiminde giderseniz son derece kaliteli olan kirazın tadına bakabilirsiniz. Yeri gelmişken küçük bir not: Hepimizin “Napolyon kirazı” olarak bildiğimiz kirazın gerçek adı “Apollon”. Bu tür kiraz ilk defa Bursa’nın yakınlarındaki Apollon gölü çevresinde yetiştirildiği için bu adı almış, ama zaman için muhtemelen söyleme kolaylığından dolayı Napolyon’a dönüşmüş! Hadim’de üretilen kirazın neredeyse tamamı ihraç edilmekte. Ancak, son yıllarda üretim, gençlerin tarım ile uğraşmak istememesi nedeniyle düşüyormuş.


Taşkent

Ermenek’e doğru giderken kısa bir mola verebileceğiniz yerlerden biri de Taşkent. İlçenin vaktiyle “Pirlerkondu” olan adı 1934’te bugünkü şeklini almış. Taşkent’te Sultan Çeşmesi’nde durarak Toroslardan gelen suyun tadına bakabilirsiniz.

Ve Ermenek

Torosların ortasında yer alan Ermenek’in geçmişi birkaç bin yıl öncesine kadar uzanmakta. Çevrede bazı Hitit eserlerini görmek mümkün. Yörenin neredeyse tüm dağları erken Hıristiyanlık ve Roma döneminde yerleşim yeri olarak kullanılmış. Yörenin Romalılar dönemindeki adı Germanikopolis.
Şehir, bir dağın eteklerinde kurulmuş. Dağın ortalarında bir yerlerde ise Evliya Çelebi’nin öve öve bitiremediği Firan kalesi yer almakta. Kalenin içine girmek için 50-60 santimetre genişliğinde bir yoldan sürünerek geçmek gerekli. Yolun bir tarafı ise belki 80-100 metre yüksekliğinde uçurum. Kalenin duvarları kerpiçten yapılmış ve kerpiçin içine pelit yani meşe palamutu taneleri konmuş. İçinde kaynak suyunun da bulunduğu kalenin zemininin altında çok büyük bir mağara yer almakta. Yani gerekli zahire buraya depolandığında aylarca savunma yapmak mümkün. Günümüzde kaleye giriş tehlikeli olduğu için yasak. Yukarıda kaydettiğim gözlemleri ise 45 yıl önce, gençlik günlerinde kaleyi gezmeme borçluyum!

Vital Cuinet, 1890’larda Ermenek’te 11 cami, 6 medrese, bir tekke, bir hamam ve 2 han olduğunu yazmakta. Günümüzde ayakta kalan cami sayısı ise sadece 3. Kentin ortasında bulunan Sipas Camii geçtiğimiz yıllarda yıkılıp yeniden yapılmış. Caminin avlusundaki 600-700 yıllık çınar ağacı dikkati çekmekte. Meydan Camii bir Karamanoğulları eseri. İmamın sadece namaz vakitlerinde açtığı Ulu Cami de oldukça elden geçirilmiş. Cuinet’in sözünü ettiği hamam, tamamıyla harap vaziyette. Medreselerden ise sadece Tol Medrese ya da diğer adıyla Musa Bey Medresesi ayakta. Medresede vaktiyle dinî ilimlerin yanısıra matematik ve astronomi eğitimi de verilmekteymiş. Hatırlıyorum, 1970’lerde restore edilen yapının bazı hücreleri yani odaları kütüphane olarak kullanılıyordu. Ama zaman içinde kütüphane kaldırılmış, medresenin kapısına da kilit vurulmuş. Medrese, çevrede ele geçen bazı arkeolojik ve etnografik eserler için depo haline çevrilmiş. Bakıma muhtaç olduğu söylenebilir.

Son zamanlarda başlatılan kazılarda, şehir merkezinde birkaç kaya mezarı ortaya çıkarılmış. Burada bulunan geyik avlayan aslan motifli iki lahit kapağı park haline getirilen bir alanda sergilenmekte.

Türkiye’nin en önemli mağaralarından biri olan Meraspoli de Ermenek’te bulunmakta. Vaktiyle jeolog Temuçin Aygen’in bilim dünyasına tanıttığı mağaradan çıkan su bir yandan kentin ihtiyacını karşılarken, bir yandan da elektrik üretimi için kullanılmakta. Ermenek, Akşehir ve Tarsus’tan sonra Türkiye’nin elektrik ile aydınlanan üçüncü ilçesi. 1934’te kurulan elektrik santralı hala görev yapmakta. Sanayi arkeolojisi açısından ilginç bir mekan. 
Kentte, XX. yüzyılın ortalarından kalma birkaç sivil mimari örneği de bulunmakta.

Zeyve Pazarı

Zeyve, Ermenek’in önemli bir mesire alanı. Her tarafından suların aktığı alanda 300 kadar tescilli çınar ağacı bulunmakta. Eğer mevsiminde gidilirse her çeşit taze sebze ve meyveyi, nane, kekik, fesleğen gibi aromatik bitkiyi bulmanız mümkün.

Ermenek Barajı

Türkiye’nin en yüksek barajı Ermenek’te bulunmakta. 218 metre yüksekliğindeki baraj, Göksu nehri üzerine kurulmuş. Barajın inşası ile, Ermenek, son derece güzel bir göl manzarasına kavuşmuş. Ama, Ermenekliler yapılandan pek hoşnut değil. Çünkü, barajdan üretilen enerji başka bölgelere veriliyormuş ve barajın yöre istihdamına pek katkısı olmamış! Ayrıca, iklimde önemli değişiklikler olmuş, kar yağışı azalmış, üzüm çubuklarında küflenmeler görülmüş! 

Gökçeseki Harabeleri

Yöredeki son durağımız Mut yolu üzerinde Romalılardan kalma bir ören yeri. Ören yerinin “Philadelphia” antik kenti olduğu tahmin edilmekte. Eski adı “İmsi” olan köyde kısa bir süre önce başlatılan kazılarda üç basamaklı bir platform üzerinde birkaç lahit gün ışığına çıkarılmış. Platformun hemen yanıbaşında çoğu yanmış vaziyette binlerce seramik parçası bulunmakta. Çalışmalar henüz başlangıç safhasında. Şimdilik “nekropol” yani mezarlık alanında yapılan çalışmaların genişletilmesi ile önümüzdeki yıllarda burada Anadolu tarihine ışık tutacak eserlerin bulunması beklenebilir.

Son Notlar
Ermenek’te gayet iyi bir otel bulunmakta. Ama, burada kalmak için önceden yer ayırtılması kesinlikle gerekli. Merkezdeki bir lokantada da “arabaşı çorbası”, patatesli hamurla yapılan “delibörek” ve “bulgurca” gibi yerel yemekleri tadabilmeniz mümkün. Çarşıdan da sadece tahin ve pekmezle yapılan helvadan almanızı öneririm. Yerel zeytinyağının tadı da oldukça iyi.

Bir başka rotada birlikte olmak dileğiyle.

Yazı ve fotoğraflar: M. Bülent Varlık

15 Eylül 2015 Salı

BİR HAFTA SONU RÜYASI: KAPADOKYA

Kapadokya ünü Türkiye sınırlarını aşmış, dünyanın dört bir yanında bilinen bir bölge. Burayı  böylesine özel kılan ise hem coğrafyasının hem tarihinin eşsizliği. Elbette bu ikisini birbirinden ayırmak olanaksız.  Zira coğrafi özelliklerin tarih boyunca bu topraklardaki yaşama nasıl yön verdiğini gözle görmek mümkün. 
Kapadokya’ya tüm ziyaretlerim çocukluğuma denk geliyor. Hatırlamıyorum. Şimdi Tempo Tur rehberliğinde gezme, öğrenme, anlama vakti. Tunalı’dan kalkan otobüsümüzün ilk mola yeri Tuz gölü. Sonra ver elini Ihlara vadisi. 

Her ne kadar vadi içinde seyrekleşse de müze girişleri bir hayli kalabalık. Hafta sonlarına, hatta özellikle resmi tatillere denk gelen zamanlarda gezilecekse müze kartları önceden almakta fayda var çünkü Kapadokya genelinde tüm girişlerde uzun bekleyişler yaşanabiliyor. Nihayet içeri girdiğimizde ise vadiye tepeden bakan bir terastayız. Burada fotoğraf çektirmemek olmaz. 


Bu sırada rehberimiz vadinin tarihini anlatıyor. Burası 3. Yüzyıldan itibaren keşişlerin inziva ve ibadet yeri. Elbette medeniyetten el etek çekip böyle izole bir yere yerleşmelerinin bir diğer nedeni de güvenlik. Zira ilk yerleştikleri dönemlerde Hristiyanlık bu bölgede kabul görmüyor. 
Vadiye merdivenlerden iniliyor. Tam 380 basamak olduğunu vadiye ters yönden girip basamakları çıkmak zorunda kalanlardan öğreniyorum. Çocukların adımlarını saydığını duyuyorum “doksan beş, doksan altı…”  Neyse ki bizim çıkış yönümüz farklı. Melendiz Çayı'nı takip ederek ilerliyoruz derinliği yer yer 100 metreyi bulan vadide. Burada taşlara oyulmuş sağlı sollu pek çok kilise var. Kiliseler küçük ancak güzel korunmuş. Öyle ki rehberimiz bize ikonalar üzerinden Hristiyanlık inancını anlatabiliyor. Daha ilk durağımızda gördüğümüz resmin kim olduğunu tanıyabilir hale geliyoruz. Kiliseleri gezdikten sonra vadinin çıkışına doğru keyifli bir yürüyüş var.  Bir sonraki durağımız yeraltı şehirleri.

Kapadokya’nın beni en çok heyecanlandıran  yerlerinden biri bu yeraltı şehirleri.  Derinkuyu yeraltı şehrine giriyoruz. İçeriye atılan ilk adımdan itibaren ruh halleri değişiyor. Yer altında yaşamak nasıl bir şeydir herkes bunu konuşuyor. Burası Kapadokya’nın en büyük yeraltı şehri. Sekiz katlı şehrin ilk yerleşimcilerinin kim olduğu tam olarak bilinmese de amaç belli: saldırılardan korunmak. Burası tıpkı bir kale gibi içerdekileri güvende tutmak üzere tasarlanmış. Kolay bulunamayacak girişler, belli aralıklarla tünelleri tıkamak üzere kurulmuş mekanizmalar, içeri gireni sıkıştırabilecekleri dar geçişler…  Tüm bunların yanında gündelik yaşamın parçası olan mutfak, ahır, kilise gibi bölümler… Şehrin en alt katına indiğimizde artık kabul ediyorum; burası gerçekten klostrofobik bir yer. Hayatta kalabilmek için yerin onlarca metre altına inip gökyüzü ile tüm bağlantısını kesebilmiş yerleşimcilere üzülüyorum.  Şehrin kapanmasına yakın bizim de gezimiz bitiyor. Otele dönüp dinlenme vakti.

Kapadokya’da ilk sabahımız. Gökyüzünü kaplayan sıcak hava balonlarını seyredebilmek için gün doğarken kalkmak gerekiyor. Binmek içinse yoğun dönemlerde birkaç gün öncesinden rezervasyon yaptırmak  gerekli. Uyuyup dinlenmek bana daha cazip geliyor çünkü daha gezilip görülecek çok yer var. Kahvaltıdan sonraki durağımız Göreme açık hava müzesi. İnşa edilmemiş, yalnızca oyulmuş koca bir şehir gibi. Dördüncü yüzyılda dini bir merkez olarak kurulmuş ve bin yıl boyunca büyüyerek varlığını sürdürmüş. Buradan çıkınca meşhur Avanos çömleklerinin yapımını görüp Uçhisar kalesine doğru yola çıkıyoruz.
Kaleye çıkmak biraz zahmetli. Fakat yukarıdaki manzaraya değiyor. Çok geniş bir coğrafyayı panoramik olarak ayaklarınızın ucuna seren kaleden hem coğrafyayı hem yerleşimleri uzun uzun incelemek mümkün. Sıradaki durağımız Zelve Vadisi de Kapadokya’nın en güzel yerlerinden biri. Yine kayalara oyulmuş bir yerleşim yeri olan vadi hem en eski hem de en uzun süre kullanılmış şehirlerden biri. Bölgedeki insanlar 1950’lere kadar burayı evleri olarak kullanmışlar.  Neredeyse her taşın ardında tüneller, evler, ibadethaneler var. Yol boyunca tepelere oyulmuş pencereler bakıyor size. Tıpkı modern bir şehrin sokaklarında yürümek gibi. Ancak evlerin yerinde tam oluşmamış peri bacaları var. 

Henüz Zelve’nin bıraktığı hayal dünyası etkisinden çıkamadan Paşabağ Vadisine gidiyoruz. Bu Vadi de eski bir yerleşim ancak asıl özelliği irili ufaklı peri paçaları ile çevrili olması. Kimi oluşma aşamasında, kimi ömrünün sonuna gelmiş, irili ufaklı peri bacaları arasında dar yollar var. Gün biterken mutlaka yapılması gereken bir şey daha var: bu muhteşem coğrafyada gün batımı izlemek. Rehberimiz bizleri gün batımını ayaklar önüne süren bir tepeye çıkartıyor. Masalar sandalyeler konulmuş, ağaçlar nazar boncukları ile süslenmiş… Bize de çayımızı alıp gökyüzünün yavaşça kızıla dönmesini seyretmek kalıyor. Bu gece Kapadokya’da son gecemiz.
Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Bu gün ilk durağımız Keşlik Manastırı. Burada çok değerli bir insanla tanışma fırsatı buluyoruz. Cabir Coşkuner yıllardır manastırın rehberliğini ve koruyuculuğunu yapıyor. Hem keşfedilmesinde hem tanıtılmasında emek sahibi olduğu Manastırı bize Cabir Bey anlatıyor. Yalnızca ikonaları değil ikonalardaki tahribatları da anlatıyor bize. Gözleri oyulmuş bir ikonanın zarar vermek için değil, boyayı kaynatıp içerek şifa bulmak isteyen inançlı insanlar tarafından o hale getirildiğini tahmin edebilir miydiniz? Yemekhanesini ve evleri de gezdikten sonra Manastırdan ayrılıyoruz. 

Buraya gelmişken Mustafapaşa’yı ya da eski adıyla Sinasos’u görmemek olmaz.  1920’li yıllarda üç bin nüfuslu bir Rum kasabası olan Sinasos bu gün eski ve yeninin bir arada bulunduğu kendine has mimarisi ile ünlü bir durak. Yorgunuz ama gezmeye doyamıyoruz. Öğlen yemeğinin ardından sıra Soğanlı vadisinde yapacağımız kısa yürüyüşte. Soğanlı vadisi doğa yürüyüşçüleri için bilindik bir rota. Biz yürürken tozlukları ve batonları ile yürüyüşlerinin kim bilir kaçıncı kilometresinde olan yabancılar geçip gidiyor yanımızda. Bizimki naçizane bir manzaranın tadını çıkartma.
 Roma döneminden itibaren yerleşimin başladığı vadide bu kez peri bacalarının yalnız içinin değil dışının da oyulduğunu görmek mümkün. Böylece kubbeli binalar ortaya çıkıyor ve bu genellikle kiliselerde görülüyor. Soğanlı vadisinin bir özelliği de Kapadokya ile özdeşleyen bez bebeklerin çıkış yeri olması.

Artık dönme vakti. Yol üzerinde Gümüşlük manastırına da uğradıktan sonra son kez biniyoruz otobüsümüze.  Ankara giderek yaklaşıyor, güzel atlar diyarı Kapadokya giderek arkamızda kalıyor. Kapadokya’yı yalnıza tanımak bilmek yetmiyor. Deneyimlemenin verdiği o muhteşem his kalıyor yanıma. 
Yazı ve Fotoğraflar: Dilara DOĞANGÜN