26 Şubat 2018 Pazartesi

İTALYAN KARAKTERLİ FRANSIZ ŞEHRİ: NİCE

Fransa’nın belki de en çok bilinen turistik beldesi olan Nice aslında tarih boyunca çok kez el değiştirmiş ve olağanüstü tabiat güzelliklerine sahip bir bölge olan Cote d’Azur’ de bulunuyor. 
1 milyon nüfusa ve Fransa’nın 3.büyük havalimanına sahip olan Nice, yazları 38 derece’yi aşmayan, kışınsa 0 derecenin altına düşmeyen iklimiyle 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupalı ve özelliklede İngiliz soylu asilzadelerinin tatil mekanı olmuş bir şehirdir.
Kuruluşu, M.Ö. 350 yıllarına dayanan ve bir Yunan kolonisi olarak kurulan şehre Yunanlılar, zafer tanrıçası olan Nike’ya atfen, “Nikaia” adını veriyorlar. Ki bu isim zamanla Fransızların söylemiyle Nis (Nice) şekline dönüşüyor. Aslında, Nice şehrinin bulunduğu bölge insanlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olan ateşin en erken kullanıldığı bölge olarak da biliniyor. 
Şehrin tarihine kısaca değinecek olursak; Ligür Denizi’nin bir başka önemli kıyı şehri/devleti olan Genova ile olan münasebeti ve önemli bir liman kenti olması Nice’in tarih boyunca savaşlar ve istilalarla geçen olaylara sahne olmasına neden oluyor. Bir yandan, 7. ve 8. Yüzyıllarda yaşanan Arap istilaları, beri yandan Orta çağlarda Kutsal Roma İmparartorluğu ve Fransa Krallığının emelleri, sonrasında Savoya Hanedanının burayı ele geçirmesi, akabinde Napolyon’un burayı tekrar Fransız topraklarına katması şehrin tarihini ilginç kılıyor. Yani şehir İtalyan karakteri içinde Fransız kültürüyle yoğruluyor.  Hatta, öyle ki İtalyan Birliğinin kurucusu olan Garibaldi,  Nice’de dünyaya geliyor. Ama, tabii kendisi tam bir safkan İtalyan. Ancak, 19.yüzyılın sonunda  İtalyan Birliğinin kurulması ve Nice’in Fransızlara kaptırılması sonucunda, şehirde yaşayan İtalyanlar burayı terk ederek Ventimiglia ve Bordighera/Sanremo gibi İtalyan şehirlerine göç ediyorlar. Ama, tabii İtalyanların o kendine has kültürlerinden de buraya çok şey bırakıyorlar.
Nice’in yakın tarihteki bir başka önemi ise Avrupa Birliği’nin kurumsallaşması kararı olarak bilinen “Nice Anlaşması”  2001’de burada imza ediliyor.
Şehrin, tüm kartpostallarda ve broşürlerde simgesi haline gelmiş manzarası hiç kuşkusuz, Promenade des Anglais  olarak bilinen, İngiliz zenginlerin 1820’de yaptırttığı ve tüm sahil boyunca uzanan 8 km’lik İngiliz Yürüyüş Yolu. Bu yol üzerinde bulunan bir otel de yine şehrin simgesi durumunda. Hotel Negresco: Romanya asıllı bir yatırımcı olan Henri Negresco bu oteli 1912’de hizmete açıyor. 1.Dünya Savaşı sonrasında iflas edince otel bir ara hastane olarak kullanılıyor. 1957’de Augier ailesine satılan otel harika bir dekorasyon ve renovasyon sonrası lüx bir otel olarak tekrar hizmete giriyor ve günümüzde de halen şehrin en pahalı oteli olarak hizmet veriyor.
Şehri modern ve eski olarak belki de ikiye ayıran meydan Massena Meydanı. Yazın yapılan su fıskiyelerindeki suyun dansı gerçekten çok eğlenceli.  Her yaştan gençler ve çocuklar burada suların altında ıslanıyorlar.
Şehrin eski bölümü demişken, 19. Yüzyılda yaptırılmış olan Nice Opera binası (Opera de Nice) günümüzde halen kullanılmakta. Operanın bulunduğu bölgede kurulan yöresel pazardaki yiyecekleri tatmadan dönmemek gerekir Nice’den.  Bir mekan öner diyenlere ise tavsiyem, rezervasyon kabul etmeyen ve sadece 25 kişilik bir oturma kapasitesine sahip küçücük bir restaurant olan La Merenda.
Yazı: Nezih Yılmaz


23 Şubat 2018 Cuma

PERU, AREQUIPA

500 yıl önce büyük bir gürültü ile faaliyete geçen Misti yanardağının Tanrı’nın gazabı olduğunu inanan İnkalar, güneşin bakirelerinden olan Juanita’yı sağ şakağına bir darbe vurarak kurban etmişlerdir. Ancak yanardağın faaliyetlerinin devam etmesi ile büyük bir hayal kırıklığına düşen İnkalılar, misilleme olarak dağın ismini geri almışlardır. İspanyollar, bölgeye geldiklerinde dağın itibarını iade etmek maksadıyla Tanrı anlamına gelen Apu Ampato adını dağa vermişlerdir. Bu kızın hazin hikayesindeki tek iyi nokta, kızın öldürülmeden önce uyuşturularak olanların farkında olmamasıdır. 
Arequipa, sönmüş çok sayıda volkan ile çevrili son derece şirin bir şehir. Bir başka ifade ile Arequipa, bir volkanlar şehri. Chachani, Misti ve Pichu Pichu bunların içerisinde en önemlileri. Zaten şehrin her yerinden karlı zirveleri ile görünen bu volkanların, muhteşem bir görüntüsü var. Şehre de olağanüstü görüntü sunuyorlar. 


 Büyüklük olarak da Peru’nun ikinci şehri. Volkanlardan elde edilen beyaz taşlardan inşa edilen binalar nedeni ile şehir, beyazlara bürünmüş. Bu da şehrin görüntüsüne çok hoş bir hava veriyor. Güneş ışıklarının bu beyaz binaların yüzeylerinde yansımalarından kaynaklanan aydınlanma ile şehir, her zaman parıldayan görünümde. Bu nedenle de binalar, ışıldayan birer inci tanesi gibi. Gezerken hiç sıkılmadığımız ve kendimizi çok rahat hissettiğimiz, insana ferahlık veren bir şehir.


Arnavut kaldırımı döşenmiş sokakları, bu şehre farklı bir güzellik veriyor. Sokaklarındaki bu Arnavut kaldırımı ve Sillar denilen volkanik taşlardan inşa edilmiş binaların uyumu çok güzel. 

PLAZA DE ARMAS
Bu yazı dizimde gezdiğimiz tüm şehirlerden bahsederken Plaza de Armas ve katedral terimleri ortak nokta olacaklar. Çünkü İspanyollar, kolonyal dönemde her şehir merkezine büyük bir Plaza de Armas ve üzerine de büyük bir katedral inşa etmişler. Sömürgecinin gücünü göstererek halkı psikolojik baskı altında tutmak maksadıyla yapılan bu katedraller ile bu gün gelinen noktada oldukça başarı elde ettikleri görülebiliyor. İspanyollar, daha da ileri giderek büyük şehirlerden başka küçük yerleşim yerlerinde de büyük katedraller inşa etmişler.
Arequipa’daki Plaza de Armas, benim gördüğüm en güzel meydan. Etrafı revaklı alışveriş merkezleri ve lokantalar ile çevrili olması, bu meydana daha güzel bir hava katıyor. Kalabalık ve hareketli bir meydan. Katedral de, son derece büyük ve gösterişli bir yapı. Cizvit kilisesinden bakınca katedralin arkasında görünen volkanların katedral ile beraber ortaya koydukları resim görülmeye değer. Bu manzarayı kaçırmayın derim. O telaşın içerisinde unutulabilir.



KATEDRAL
Plaza de Armas’ın en gösterişli binası olan katedral, 1540 yılında iki kuleli olarak inşa edilmiş, bu zamana gelene kadar da deprem ve yangınlar nedeni ile ağır hasara uğramış. Ancak her seferinde de yeniden inşa edilerek ayağa kaldırılmış. Yeni gibi durmasının sebebi de, bu olsa gerek. Katedralin içerisi, sade, havadar ve aydınlık. Altar ve on havariyi temsil eden 12 kolon, İtalyan mermerinden yapılmış. Altarın önünde asılı bulunan büyük Bizans tarzı pirinç lamba İspanya tarafından gönderilmiş. Papazlar için olan kürsü, Fransa’da oyularak işlenmiş. Belçika’nın gönderdiği org ise, Güney Amerika’daki en büyük ve dünyanın ikinci büyük orgu unvanına sahip. CİZVİT KİLİSESİ
Plaza de Armas’daki katedral muhteşem görünüşü ve yer avantajı ile ne kadar büyükse; San Ignacio Chapel’i de o kadar küçük. Zaten bu Cizvit kilisesini dikkat çekmeyecek şekilde Plaza de Armas’ın güneydoğu köşesine inşa etmişler. Katedralin muhteşemliğinin yanında ürkmüş ve bir köşeye çekilmiş gibi duran bu kiliseyi ben daha çok beğendim. Özellikle giriş kapısının görünüşü son derece etkileyici. Kapı üzerine ve kenarlarına çepeçevre yapılan oymacılık görenleri hayrete düşürecek kadar bir sanat eseri. Özellikle kilisenin içerisindeki altar, tamamen altın varaklarla kaplanmış. İspanya’nın Sevilla şehrindeki katedrali gezenler, benzerliği hemen fark edeceklerdir.





SANTA CATALİNA MANASTIRI
İnşaatı 1579 yılında tamamlanan ve 17. yy.da genişletilen Santa Catalina Manastırı, Plaza de Armas’dan iki blok ilerde, Santa Catarina caddesi üzerindedir. Maria de Guzman isimli dul bir zengin bayan tarafından kurulan kilise, canlı renklere boyanmış duvarları ile ünlü. İlk zamanlarında yaklaşık 200 kadar rahibe ve hizmetçileri ile toplam 450 kişiyi barındıran manastırda şu anda sadece 20 adet rahibe bulunuyor. Manastırın ilk zamanlarında buraya İspanyol asilzadelerinin ikinci kız çocukları kabul ediliyorlardı. Aileler ayrıca kız çocuklarının manastıra kabulü için bu günkü değer ile 150.000 dolar başlık parası ödüyorlardı. Gelenler yalnızca beraberlerinde 25 adet şahsi eşya ve hizmetçilerini getirebiliyorlardı. Burada kaldıkları süre içerisinde temizlik ve yiyecek hizmetleri de bu hizmetçiler tarafından yapılırmış.



Caddeye bakan ana giriş kapısından sonra üstü açık bir avluya çıkılıyor. Burada üzerinde silencio (sessizlik) yazan kemerin altından geçerek rahibe adaylarının bulunduğu kemerli bir yolla çevrili bir alana giriliyor. Buranın özelliği, ortasında kauçuk ağaçlarının olması. Rahibe adayları, zengin ailelerin her yıl için 100 altın para ödemeleri koşulu ile burada dört yıl kalabiliyorlardı. Dört yıl sonunda ya rahibe olmak için ant içiyorlar ya da ayrılıyorlardı. Ayrılmalar, hoş karşılanmıyor ve bu gibi aileler toplum tarafından dışlanıyordu. 


Dört yılını tamamlayıp başarı ile rahibe olanlar, turuncu renklere boyanmış ve ortasında yenilenme ve sonsuz hayatı temsil eden portakal ağaçları bulunan Portakal Bölümü’ne geçiyorlardı.
Portakal bölümünden hemen sonra Cordoba caddesine geliniyor. İki taraflı olarak rahibelerin yaşadıkları odalardan oluşan bu cadde, yine canlı renkleri ile göz alıcı. Burgos caddesinin sonunda oldukça karanlık olan bir mutfak bulunmaktadır. 
Rahibelerin sabun ve pişirdikleri yiyecekler gibi kendi yaptıklarını pazar günleri değiş tokuş ettikleri Zocodober meydanına geliniyor. Eğer burada merdivenleri tırmanıp terasa çıkarsanız volkanların muhteşem manzarası ile karşılaşırsınız. 
Santa Catalina Manastırı, diğer Katolik manastırlardan farklı bir mimari ve dekorasyona sahip yapısı ile gezilip görülmesi gereken bir dini mekan. Her bölümü canlı ve parlak renklerle boyanarak burada yaşayanlara hem bir değişik hava ve hem de rahatlık hissettiren bir yapıda. Manastırın resim galerisi gibi kullanılan bölümünü gezmeyi de unutmayın. 450 yıl öncesinden başlayarak bu güne kadar manastırdaki yaşamı anlamak açısından güzel bir örnek Santa Catalina Manastırı.


Şehrin Mirador de Carmen Alto bölgesine giderseniz müthiş bir manzara ile karşılaşırsınız. Yanardağların muhteşem görüntüsüne eteklerindeki tarlaların katkısı ile ortaya çıkan manzara görülmeye değer. Şehir buradan bir başka güzel görünüyor.
Arequipa’da görülecek yerlerden birisi de, Callejon del Cabildo kemeridir. Buradan da volkanlar, güzel bir görüntü verirler. Ayrıca buradaki Churrigueresco denilen Barok melez tarzında inşa edilen Saint Jean de Chimba Kilisesi görülebilir.
Arequipa, kendine özgü mimari yapısı, gösterişli katedrali, Arnavut kaldırımlı sokakları ve volkanları ile Güney Amerika’nın karakteristik ve güzel bir şehri. Volkanlar her ne kadar ürkütücü geliyorsa da Arequipa’nın vazgeçilmezleri.
Saygılarımla.
Yazı ve fotoğraflar: Olay Salcan

20 Şubat 2018 Salı

PERU, NAZCA ÇİZGİLERİ

Bizim yaşımızda olan birçok kişi 1968 yılınca yayınlanan ve bir anda dünyada popüler olup milyonlar satan Tanrıların Arabaları adlı kitabı ve yazarı Erich Anton Paul von Daniken’ı hatırlar. İsviçreli Daniken, bu kitabında dünya dışı varlıkların ya da eski astronotların dünyayı ziyaret etmesi ve ilkel insan kültürünü etkilemesini örnekleri ile anlatmadır. Büyük bir heyecan yaratan kitap, Türkiye’de de basılmış ve diğer ülkelerde de olduğu üzere en çok satan kitaplar listesine girmiştir. O zamanlar ben de hemen bu kitabı almış ve bir solukta okumuştum. Okumayan ya da bu kitaptan haberi olmayan da kalmamıştı. Kitapta anlatılanlara inananlar ve inanmayanlar vardı. Ama benim gibi aklı karışanlar çoğunlukta idi. O zamanlar gençtik ve dünyayı da gezmeye başlamamıştık. Gördüklerimiz ve bildiklerimiz, yaşadığımız dar alanla sınırlı idi. Zamanla kitap popülaritesini yitirdi ve hafızalarımızdan silindi. Ancak gezmeye başlayınca gördüklerimiz bize bu kitabı ve Daniken’in yazdıklarını hatırlattı. Sonunda bu kitapta anlatılanların, insanoğlunun zekasını, aklını ve yaratıcı gücünü hafife alarak onunla alay edercesine, onun yarattığı yapıtları dünyadan başka yaratıkların dünyaya gelerek yaptığını söylemenin insanı küçümsemekten başka bir şey olmadığını anladım. Daniken’in hırsızlık ve dolandırıcılıktan hapis yattığını burada belirtmeden geçemeyeceğim. Ancak dünyayı bu kadar etkilemesi ve hala ona inananların çok sayıda olması, insan doğasının karakteristik örneklerinden birisi olsa gerek. 
Şimdi bu Daniken de nereden çıktı, bu yazı dizisi Peru’yu anlatacaktı diye sorabilirsiniz. Bu yazımda anlatacağım Nazca çizgileri de, Daniken’in kitabında uzaylıların yaptığını iddia ettiği ve geniş bir yer verdiği insanoğlunun yapıtlarından birisi. Nazca çizgilerini gördüğümde aklıma hemen Daniken aklıma geldi ve ondan da yazımda bahsetmeden edemedim.

Daniken için bu kadar yeter. Biz, çizgilere dönelim. Ancak açık havada uçaktan net bir şekilde görülen bu çizgilere gidebilmek heyecanı içerisinde akşam üstüne doğru Paracas’daki küçük bir hava alanına ulaştık. Hava alanında bizi çizgiler üzerinde uçuracak uçağımızı beklerken, bekleme salonunda uçak biletlerimizi dağıtan görevli, beraberinde Nazca çizgilerinin haritasını ve kısa bilgilerini içeren bir broşür de veriyor. Çok da iyi oluyor. Neleri, nerede göreceğimiz, çizgilerin kaç tane olduğu konusunda ve bunlar hakkında bazı bilgileri de kısaca öğrenmiş oluyoruz.

Sonunda uçağımıza biniyoruz. Uçak iki taraflı tek kişilik koltuklardan oluşuyor. On kişilik bir uçak. Bizden başka turistler de var. Uçak, havalandıktan sonra Nazca çizgilerinin bulunduğu Nazca çölündeki yerin üzerine yarım saatten fazla süren bir uçuştan sonra ulaşıyor. Pilot, çizgilere gelmeden evvel her çizgiyi tek tek göstereceğini, çizgiye geldiğimizde sağda mı solda mı olduğunu ikaz edeceğini ve her iki tarafında görebilmesi için çizgilere değişik yükseklik ve açılardan yaklaşacağını ve daha iyi görebilmemiz için uçağı sağa ya da sola biraz yatıracağını söylüyor. Uçaktan fotoğraf çekme imkanı var. Çok da alçaktan uçulduğundan çizgiler görülebiliyorlar. Birinciyi kaçırırsanız diğerinde yakalarsınız. Panik yok. Ancak uçak bir sağa bir de sola devamlı hareketler yaptığından uçağın sizi tutma ihtimali de yüksek. Eğer bunu göze alamazsanız çizgileri unutun.
 

Peki bu çizgiler nedir? Niçin, kimler tarafından, ne zaman yapılmıştır? Geziye biraz ara verip çok kısa da olsa bundan söz edelim. 16.yy.da İnka İmparatorluğu’nun yıkılması ile birlikte gezginlerin çöle çizilmiş şekillerden söz etmeleri ile insanlık, Nazca çizgileri ile ilgili kısıtlı da olsa bir bilgiye sahip oldu. Ancak bu bilgiler rivayetten öteye gidemedi. 


Asırlarca konuşulan Nazca Çizgileri ile ilgili ilk adım, 1939 yılında bölgenin üzerinde gözlem uçuşu yapan Amerikalı arkeolog Paul Kosok’un, bu şekillerin gökyüzünden ilk fotoğraflarını çekmesi ile başlamıştır. Resimlerin yayınlanması ile de birçok görüş ortaya atıldı. İlk önceleri Amerika’nın keşfinden önce Latin Amerika’da düzenlenen ilk olimpiyatların atletizm pistleri olduğu iddia edildi. Bir görüşe göre çizgiler, kutsal yolları; trapezler ise, tören alanlarını işaret ediyorlardı. Bir diğeri, su ve bereket için yapılan törenlerdeki dansları belirtmek için şamanlar tarafından yapılmışlardı. Astroloji uzmanları da fok, kuş ve maymun gibi hayvan şekillerinin dev bir yıldız falı olduğunu iddiasında bulundular. Bir başka görüşe göre insanlar, uyuşturucu içtikten sonra uyuşturucunun etkisiyle gördükleri halüsinasyonları çöle çizmişlerdi. Daha neler neler.




Tüm bu bilimsel olmayan iddiaların ötesinde Nazca ile ilgili ilk bilimsel açıklama, Alman matematikçi Maria Reiche'den (1903-1998) tarafından yapıldı. Bu bilim insanı, çalışmalarını ve tüm hayatını bu çizgilere adamak için 1946 yılında Nazca yakınlarındaki San Pablo kasabasına yerleşti ve ölene dek orada yaşadı. Hemen tüm bilimsel kariyerini geogliflere adamıştı. Yine onun sayesinde, Nazca'nın dev şekilleri, UNESCO tarafından "Dünya Mirası" kategorisinde koruma altına alındı. Maria Reiche, öncelikle bu çizgilerin nasıl çizildiği sorusuna bir açıklık getirdi. Ona göre çizgiler, kumun daha koyu olan üst tabakası kazınarak ve böylece alttaki daha açık bir tabaka ortaya çıkarılarak yapılmıştı. Yapılma nedenleri de, güneş, ay ve bazı yıldızların pozisyonunu yansıtarak insanlara ne zaman ekinlerini ekmeleri, ne zaman tarlalarını sulamaları ve ne zaman ekini toplamaları gerektiğini hatırlatıyordu. Yani sözün kısası aydınlatıcı bilgilere hala ulaşılamadığından çizgiler, gizemini koruyorlardı.
Eğer, çizgilerin yaklaşık 12 km. kuzeybatısında ortaya çıkarılan Cahuachi kazıları olmasaydı, Nazca'nın sırrı da bu noktada tıkanıp kalmıştı. Bu bölgedeki 24 km2 genişliğinde dev bir nekropolde gerçekleştirilen kazılarda çok sayıda eşya gün ışığına çıkarıldı. Nazca  çizgilerine benzer şekillerin bulunduğu seramik vazolar ve asıl önemlisi bir mezarda ortaya çıkarılan ölü töreni mantosu arkeologların dikkatini çekti. Bu eşyalar, karbon 14 testi ile, M.Ö. 5.yy.dan M.S. 6.yy.a kadar tarihlendirilebiliyordu. Bu durumda burada 1000 yıl boyunca varlığını sürdüren bir uygarlıktan söz edilebilirdi. Günümüzde ise bunlar, Nazcalılar diye anılıyor. Bu 2000 yıllık mantonun kenarlarına küçük bebek şekilleri işlenmişti. Bu bebeklerin bir kısmı müzik aletleri çalıyor, diğerleri de ellerini havaya açmış bir şekilde dans ediyorlardı. Her bebeğin yaptığı hareketi bir başkası izliyordu. Bebeklerin davranışları bir ölü gömme ritüelini çağrıştırıyordu. İşte bu noktadan hareket eden İtalyan arkeolog, Nazca geogliflerinin dinsel bir ritüeli simgelediği tezini geliştirdi.
Kazılarda ortaya çıkan bir başka ilginç nokta ise, bulunan tüm eşyalarda ortak paydanın su olmasıydı. Kurak, hatta çöl denecek bir iklimde varlıklarını sürdüren Nazcalılar için su çok önemliydi. O nedenle, sarmal biçimde kuyular oluşturarak gelişmiş bir su iletişim şebekesi oluşturmuşlardı. Şebekeden, bazı civar köyler ve kasabalar bugün bile yararlanıyorlar. Bu noktadan hareket eden arkeolog Guiseppe Orefici, Nazcalılar'ın bütün dinsel ritüellerinin su ve bereket kavramları çevresinde geliştiği sonucuna ulaştı.



Sonunda bu bulguları çizgiler ile ilişkilendirerek, geoglifleri üç farklı kategoriye ayırdı: Birincisi; sarmal şekiller, İkincisi; hayvan figürleri ve üçüncüsü; dev düz çizgi ve oklar. İlk olarak, Nazcalılar'ın, M.Ö. 500 yıllarında sarmal şekilli geoglifleri, ardından daha büyük çizgileri kuş, örümcek, fok, maymun gibi hayvan şekillerini ve sonunda da küçük şekilleri oluşturdukları düşünülüyor. İtalyan arkeoloğa göre, bu hayvanlar Nazcalılar'ın tanrılarını simgeliyor; tümünün su ile yakından ilişkili olduğu sonucuna varılıyor.

Ancak daha sonra vazolardaki şekillerin çizgiler ile bir ilgisinin olmamasının anlaşılması ve yapılan karbon testlerinin kaya ve tahta için olumlu sonuçlar verirken, toprak konusunda kuşkular yaratması, arkeolog Guiseppe Orefici’nin tezi hakkında kuşkuları arttırıyor ve bu nedenle de çizgiler hala gizemini koruyor.
Şimdi şekillere dönelim. Pilotun, bizi en güzel zaman olan güneşin nerede ise batmaya yakın anında çöl üzerine getirmesi son derece güzel. Güneşin kızıllığının çöle yansımasının ortaya çıkardığı manzara göz alıcı. Bir uçakta çöl üzerinde uçarken güneşin batışını doya doya seyretmek inanılmaz. Bu bize çizgileri çok net görmemizi de sağlıyor. Çünkü güneşin yatay gelen ışıkları gölgeleri de oluşturduğundan çizgiler çok net görülebiliyor. 
Pilot söylediği gibi her şekil üzerinden 104 m., 256 m. ve 408 m. yükseklikten üç defa uçarak geçtiğinden, çizgileri net görmek ve fotoğraflamak imkanımız da oluyor. Zaten bunları görmemek imkansız. Çok büyükler ve rahatlıkla fark ediliyorlar. Pilot, her şekil üzerinden geçerken şekil hangi tarafta ise o tarafa yan yatarak bizim şekli daha iyi görmemizi sağlıyor. Pilotun bu ustalığı da görülmeye değer. Ancak kalp ve mide rahatsızlıkları olanlar için ciddi bir sıkıntı olabilir.
Çizgilerde balina, maymun, astronot, köpek, eller, ağaç, örümcek, sinekkuşu, pelikan, kondor, kertenkele, balıkçıl, kolibri kuşu ve ok şekilleri mevcut. Sonunda çizgiler üzerinde uçuşumuzu tamamlayarak kaptan uçağın rotasını hava alanına dönmek üzere batıya çeviriyor. Güneşin batışını ve çöl üzerinde kızıl ışıkların değişen tonlarını seyrederek Nazdac Çizgileri’ni tüm gizemi ile arkamızda bırakıp dönüşe geçiyoruz. 
Uzun zamandan beri bildiğimiz, ancak unutulmaya başlamış dünyanın en gizemli yerlerinden birisini daha görmek ne güzel. Peru’da gezimizin daha başındayız ve programımızda görülecek ve gezilecek çok yer var. Ben de sizlere yapabildiğim kadar bunları aktarmaya çalışacağım. 
Saygılarımla.
Yazı ve fotoğraflar: Olay Salcan

12 Şubat 2018 Pazartesi

PERU, BALLESTAS ADALARI

Bu yazımdan başlayarak İnkaların yaşadığı ülke olan Peru ve Bolivya’da gezip gördüklerimi anlatmaya çalışacağım. THY ile Brezilya’nın önemli şehirlerinden birisi olan Sao Paulo’ya hareket ediyoruz. Uzun bir yolculuk olacak. Direkt Lima’ya THY uçuşu olmadığından Peru’ya gidebilmek için Sao Paulo’yu kullanmak zorundayız.
Sao Paulo’da bir gece kalmak güzel oluyor. Hava alanına yakın bir otelde geceyi geçirdikten ve uykumuzu aldıktan sonra sabahın erken saatlerinde tekrar hava alanına geliyoruz. Başlangıçta uzun ve zor bir yolculuk olacağının bilinci içerisindeydik. Ne zorluklar gördük. Kimin umurunda? Sao Paulo’yu göremedik, ama önemli değil. Dönüşte gezmek için zamanımız olacak. 
Hava alanında tekrar gümrük ve pasaport kontrolü sonunda Lima, Peru uçağına biniyoruz. Uçak tekerlerini pistten kesip havalanınca gezimiz de başlıyor. İşin garip tarafı Lima’da kalmayacağız. Oradan aracımızla kara yolu ile Paracas’a gideceğiz. Programımıza göre Peru’da göreceğimiz son yer Lima. Biraz tuhaf görünüyor, ama programı tamamladığımızda doğru olanı yaptığımız kanaatine varıyoruz.
SONUNDA PERU
Lima hava alanında bizi bekleyen aracımıza binip Paracas’a doğru yol almaya başlıyoruz. Okyanusu takiben Peru’nun kuzeyinden başlayıp Şili’nin güneyine kadar uzanan bu yolun adı Panamerikan Sur. Şehrin dışına çıktığımızda gecekondular ve çöl başlıyor. Yolumuz dört saat kadar sürecek. Sağ tarafımızda uzanan lacivert okyanus ve sol tarafımızda sarı bir çöl. Okyanusa bitişik kilometrelerce uzanan bu çöl insana tuhaf geliyor. Böyle bir yerde kilometrelerce uzanan çölü görmek ve onun içerisinde saatlerce gitmek tam bir sürpriz. Bunu hiç yadırgamıyoruz. Çünkü insan gezdikçe bunlara alışıyor. Bu çarpıcı görüntüler de, gezmenin en güzel tarafların birisi. Yol boyu uzanan çölün içerisindeki gecekondu yerleşim yerleri, şehirleşmenin çarpık örnekleri.
PARACAS
Paracas, küçük bir tatil kasabası. Plajları ile dikkati çekiyor. Ancak bu küçük kasaba, bir tatil yöresi olmasından daha çok Ballestas Adaları ve Nasca Çizgilerine sahip olmak ile ün kazanmış. Paracas’daki otelimize gelip odalara yerleştiğimizde yorgunluğumuzu ve acıktığımızı da hissetmeye başlıyoruz. Yemekten sonra da günün kısa bir değerlendirmesini yapıp dinlenmek ve yarına hazır olmak için odalarımıza çekiliyoruz. Yarın sabah erken saatlerde kalkıp Ballestas Adalarına gideceğiz. Kahvaltıyı çok erken saatlerde yapmak durumundayız. Rehberimiz güneş doğmadan Balletas Adalarını gezmemiz gerektiği konusunu önemle vurgulayarak geç kalınması halinde gezinin hiç de hoş olmayacağını da ilave ediyor.
BALLESTAS ADALARI





Ballestas Adaları, irili ufaklı bir ada grubu. Gerçi bu adalara ada demek de pek doğru değil. Bazıları büyük bir kaya kütlesi. Buraya turistler için hazırlanmış özel teknelerle gidiliyor. Tekneler oldukça süratli ve üzeri açık olduğundan dalgalar nedeni ile ıslanma ihtimaliniz çok yüksek. Bu nedenle üstünüze sizi rüzgardan koruyacak bir ceket ve onun üzerine de kapüşonlu bir yağmurluk giymeyi ve fotoğraf makinenizi dalgaların ıslatmasına engel olacak tedbirleri almayı ihmal etmeyin.

Paracas’tan adalar, yaklaşık 45 dakika kadar sürüyor. Adalara ulaşmadan önce gördüğümüz en önemli yapıt, dağın yamacına çizilmiş, yalnızca denizden görülebilen devasa şamdan jeoglifi (El Candelabro). Bu şamdan 165 metre boyu ve 70 metre genişliği ile devasa bir görünüme sahip. Atacama Çölü’ndeki Pasifik Okyanusu’na bakan tek jeoglif, bu şamdan. Bunun Sümer ve Hitit tanrıları ile ilişkili olduğu konusunu bilim adamlarına bırakarak, biz konumuza dönelim. Özellikle bu konu ile ilgilenenler için gerçekten son derece özel bir yapıt. Gerçek olan, hala esrarını koruyor olması.
Şamdana doğru yaklaştıkça büyüklüğü daha da anlaşılabiliyor ve insanı hayrete düşürüyor. Teknenin kaptanı bizi kıyıya ve şamdanı en iyi görebileceğimiz mesafeye kadar yaklaşıyor. Buradan sonra da hızla adalara doğru ilerliyoruz. Tepemizde gördüğümüz kuşların sayısı adalara yaklaştıkça artmaya başlıyor.
Sonunda adalara geldik, ama gelene kadar da oldukça dalga yedik. Ancak tedbirliyiz. Keyfimizi bozan bir şey yok. Burada 10 adet ada var. Adalara ayak basmak yasak. Zaten sarp ve kaygan olduklarından buna imkan da yok. Dalgalar tekneyi oldukça güçlü sallıyor. Bazen ayakta durmanın dahi zorlaştığı durumlarda fotoğraf çekmek de zorlaşıyor. Ama manzara o kadar güzel ki, tepemizde uçan on binlerce kuşu mu yoksa adalarda keyif çatan hayvanları mı çekelim. Şaşkınlık içerisindeyiz. 
Ancak adaların üzerinde tembel tembel yatan Humbolt penguenleri, pelikanlar, deniz kuşları ve deniz ayısı görüntüsü daha da ilgimizi çekiyor. Bir deniz ayısı dişisinin yavrusuna yüzmeyi öğretme çabalarını keyifle seyrediyoruz. Yavru denizden kaygan kayalara çıkmak için büyük gayret gösterirken, annesinin onu incitmeden tekrar denize doğru itmesi muhteşem bir manzara. Yüzlerce deniz ayısı, gelip geçen teknelerin varlığını umursamazcasına sabah serinliğinin keyfini yaşarlarken, gecenin mahmurluğunu hala üzerlerinden atamamış görünüyorlar. Etrafında kendisini çevreleyen eşleriyle bizlere gösteriş yapma çabası içerisinde olan erkeklerin fiyakalı pozları ve bunu yaparken de yan gözle bizlere bakmaları, çok ilgi çekici.


Kaptanımız, son derece tecrübeli ve becerikli; yükselen dalgalara rağmen kayalara kadar yaklaşarak bu canlıları daha iyi görmemizi bizi tehlikeye sokmadan yapabiliyor. Humbolt penguenleri haricinde 60 çeşit kuş bu adalarda yaşıyor. Yedi senede bir toplanan Guano kuşunun dışkısı, ekonomik bir değer. Bazı adalardaki kulübeler, bu dışkıları toplayan işçilerin barındıkları yerler. 
Bu kadar sıcak bir bölgede soğuk bölgelerde yaşayan penguen ve deniz ayısı gibi canlıların yaşaması, gördüklerimize ve bildiklerimize ters geliyor. Bunun nedenini sizlere bilgiçlik taslamadan anlatmaya çalışacağım. Bildiğim kadarı ile bunun nedeni kısaca, kıtaların batısında yer alan soğuk okyanus akıntıları. Su sıcaklıkları 15o olasına rağmen bulundukları enlemlerde soğuk akıntı olarak hissediliyorlar. Bu nedenle sıcaklığı düşürüyorlar ve havanın bunaltıcı etkisini azaltıyorlar. Biz adaları gezerken bunu çok rahat hissettik ve hava sıcak olmasına rağmen daha önce tembih edildiğimiz için sıkı giyindik. Humbolt soğuk su akıntısının da yaptığı bu. 
Buraya deniz ayılarının ve penguenlerin gelmesinin nedeni, serinleyen havanın yarattığı ortam. Bu ortamı da Peru’da Humbolt akıntısı sağlıyor. Su akıntılarının besin ve oksijen taşımaları nedeni ile planktonlar, beslenme potansiyelini ve dolayısı ile balık çeşitliliğini arttırıyorlar. Hem tür, hem miktar ve hem de lezzet açısından burası, onlar için bir cennet. Burayı mekan tutmuşlar, hiçbir yere ayrılmaya niyetli değiller. Öyle ya ekmek elden su gölden. Biz de onları bu şekilde bir arada görmekten keyif aldık. Humbolt soğuk su akıntıları, aynı zamanda Paracas’a gelirken kıyı şeridinde gördüğümüz Atacama çölünün oluşmasında da önemli rol oynuyorlar.
Ballestas Adaları’nı gördükten sonra Darwin’in meşhur Galapagos Adaları’na olan merakım daha da arttı. Gezi programıma burayı da ekledim.
Yeni bir yazımda buluşmak üzere hoşça kalın.


Yazı ve fotoğraflar: Olay Salcan