23 Nisan 2018 Pazartesi

Buhara, Özbekistan


Tacik ve Özbeklerin yaşadığı Buhara’ya araçla, Kızılkum Çölünü geçerek gidecek ve yolum üzerindeki Amuderya (Ceyhun) Irmağını göreceğim. Buraları, tarih kitaplarında okuduğum, ancak görmeyi bile hayal edemediğim yerler. Gezip görmeye başlayıp da gezme mikrobu bize bulaşınca, gezme konusunda dayanılmaz bir arzu duyma hastalığına yakalandım. Bunun tek tedavisi de gezmek, hep gezmek. Bir yer görünce, başka yerler görme isteği ile yanıp tutuşmak ve tekrar yollara düşmek. Öyle ya evde ayaklarını uzatıp televizyonda bunları seyretmek varken buralarda ne işimiz var? Ama virüs bir kere bulaştı. Yapacak hiçbir şey yok. Gezmekten başka.
ÇÖLÜ GEÇİYORUM
Yol 450 km. ve normal şartlarda 5 saatlik yol. Ancak ben Buhara’ya geldiğimde tam 13 saat geçmişti. Çok kötü bir yol. Çoğu yeri toprak ve çukur içerisinde. Aracımız son derece iyi olmasına rağmen pek rahat bir yolculuk olmadığını belirtebilirim. Şoför çukurlara girmemek için sağ ve sol yaptığında aracın içerisinde ayakta durmayı bırakın, oturduğumuz yerde çok iyi tutunmamız gerekiyor. Yeni bir yol yapıyorlar, ama ne zaman biter belli değil. Biz, gezginiz ve her zaman şartların iyi olmayabileceğini biliyoruz. Hedefimiz, istediğimizi görmek. Bütün bunlara rağmen keyif almadığımızı söyleyemem. Yol boyunca gördüğüm yerleşim yerleri, bana Özbekistan hakkında Taşkent, Semerkant ve Buhara’dan farklı bir görüş açısı veriyor. Gördüğüm mezarlar, en çok dikkati çekenlerin başında geliyor. Toprak kazıldığında hemen su çıktığından, ölüler toprağa gömülemiyor ve toprağın üstüne konulup sanduka gibi kerpiçten mezarlar yapıyorlar. Tek tek görüntüleri pek bir şey ifade etmese de, toplu olarak çok farklı ve muhteşem görünüyorlar. Tamamen Özbekistan’a özgü bir görüntü.
Yol boyunda özellikle Amuderya ve Siriderya nehirleri üzerindeki köprüleri geçerken askeri kontrol noktaları var. Buralarda resim çekmek yasak. Bazı yerlerde de bu kontrol noktalarına rastlıyoruz, ama durdurup kontrol etmiyorlar.
Çöl daha çok bozkıra benziyor. Üzerinde saksuval denen ağaçları da görebiliyoruz. Özellikle nehir kıyısında seyrek de olsa yerleşim yerleri var.
SONUNDA BUHARA
Zerefşan nehrinin suladığı verimli bir arazide yer alan Buhara’nın adı, Farsça’da “gurur” anlamına geliyor ve bu adı da hak ediyor. Gerçekten çölün ortasında yeşillik ve tarihi değerleri ile gurur duyulacak bir şehir. Kuruluşunun 2500. yıldönümü 1997 yılında kutlanmış bu şehirdeki en önemli yapılar, 14. yüzyılda, Timuriler döneminde yapılmış. Tarihi merkezi de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde.
Şehirde görülecek ve gezilecek yer o kadar çok ki nereden başlasam bilemiyorum. En iyisi Ark Kalesinden başlayayım. Nasıl olsa arkası gelir. 1747-1920 yıllarında hüküm süren Manghit hanedanlığı zamanında devlet yönetiminin merkezi durumunda olan Ark Kalesi içerisinde, zamanında Buhara emirinin sarayı, cami, yönetim binaları ve ceza evi bulunuyormuş. Registan Meydanı’na bakan ihtişamlı kapısının yanındaki iki kule, bu kapının görüntüsünü daha da muhteşem hale getiriyor. 1920 yılında Kızıl Ordu’nun topçu atışı ve hava saldırılarından ciddi bir şekilde hasar görmüş. İçerisinde görülecek fazla bir şey kalmamasına rağmen, kale kapı ve surları ile ihtişamını koruyor.
BİR TARİH VE KÜLTÜR MERKEZİBuhara’da ilk sıraya koyduğum ve hayranlıkla seyrettiğim, yanından ayrılamadığım eser, kesinlikle İsmail Samani Hanedanı Türbesi



Küçük ve uzaktan bakıldığında pek dikkati çekmeyen bir türbe. Ancak yanına yaklaşıp türbedeki işçiliğin inceliğini, sanatı, zeka pırıltılarını görünce gözlerime inanamıyorum. Tuğlalara bu kadar ince düşünülerek, büyük bir sanatkarlıkla olağanüstü şekiller verilmesi inanılacak gibi değil. Muhteşem, ihtişamlı, gösterişli bir sanat şaheserini seyretmenin verdiği keyfi, ancak onun yakınına gidip ona dokununca anlayabiliyoruz. Bu binayı anlayabilmek için görmek gerekir. İnsanı saran, kendine hayran bırakan, içine çeken üst düzey, soylu bir yapı. Bu binada bu üst düzey ve ender görülen sanata ulaşılırken yalnızca tuğla kullanılması, insanoğlunun ve Türklerin yaratıcılıkta ve sanatta ulaştığı noktayı göstermesi açısından önemli bir belge. 9 ve 10. yy. arasında inşa edilen bu türbe, Orta Asya’da kurutulmuş tuğladan yapılan en eski bina.
Efsaneye göre Eyüp peygamberin ziyaret ettiği Eyüp Çeşmesi Türbesi de,
görülecek yerlerden birisi. İçerisinde bulunan kuyudaki suyun hastalıklara iyi geldiğine inanılıyor.
Çatısındaki Harezm Mimarisine has koni şeklindeki kubbesi, karakteristik mimari özelliği.
Kitabesinde yazılanlara göre, 1127 yılında Karahanlılar tarafından Bako adlı bir mimara yaptırılan Kelan Minaresi, Müslümanları namaza davetin yanında, yönetimin güç ve otoritesini sembolize eden bir özelliğe sahip. Şehre gelen kervanların yollarını kolay bulması için minarenin tepesinde geceleri ateş yakılırmış. Tabanda 9 m., tepede ise 6 m. çapı ve 45.6 m. yüksekliği ile Buhara’nın sembolü haline gelmiş. Tepesine spiral şeklindeki 104 adet merdiven ile çıkılıyor.


Minarenin yanındaki Kalon Cami, bayram namazlarının kılınması için yapılmış büyük bir cami. Cami aynı anda 12.000 kişinin namaz kılabileceği büyüklükte. Dikdörtgen şeklinde inşa edilen caminin avlusunu 208 sütun üzerinde duran 288 kubbe çevreliyor.
Buhara’nın en büyük medreselerinden birisi olan Kukeltaş Medresesi, Leb-i Havuz’a bakan şekilde iki katlı ve 160 adet hücreden meydana gelmiş. Leb-i Havuz, 1620 yılında vezir Nadir Divan Bey tarafından yaptırılmış suni ve dekoratif bir havuz. Havuz, 42 m. uzunluğunda, 
36 m. genişliğinde olup derinliği yaklaşık 5 m.


Leb_i Havuz kenarındaki Nadir Divan Medresesi, ilk olarak 1622 yılında kervansaray olarak inşa edilmiş. Daha sonra İmankuli Han, kervansarayın medrese olması için gerekli talimatları vermiş. Ön yüzündeki çiniler ve kapısı üzerindeki kuş figürleri bu medreseye güzellik katmakta.


Buhara’nın merkezindeki en eski cami olan ve 12. yy.’da inşa edilen Mugak Attari Camisindeki süslü tuğla duvarcılığındaki ustalık ve eski çini işlemeciliğindeki sanat, dikkat çekecek kadar güzel.

Timur’un torunlarından Uluğ Bey tarafından inşa edilen üç medreseden birisi olan Uluğ Bey Medresesi, orijinalinde dört kubbe ve köşelerinde dört minareye sahip. Girişinde yazan “Bilgiyi öğrenme arzusu, her Müslüman erkek ve kadın için bir görevdir.” sözü Uluğ Bey’in bilime verdiği önemi göstermesi açısından son derece dikkat çekici.


Uluğ Bey Medresesi ile birlikte bir mimari bütünlük oluşturan Abbulaziz Han Medresesi , Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısına, 17. yüzyılın yarısında, ortası avlu, etrafında hücreler ve iki katlı olarak inşa edilmiş. Dekor olarak da Uluğ Bey Medresesi’nden daha dikkat çekici. Özellikle giriş kapısının vazo içerisinde açan çalı mozaikleri ile ihtişamlı görünüşü, insanı büyüler nitelikte.
Çok önceleri Registan Meydanı’nda sayısız güzel bina varken; bu gün sadece ayakta kalabilen Bolo Havuz Camisi . Büyüleyici güzelliği ile Merkezi Asya cami mimari tarzının klasik bir örneği. Tavan süslemelerindeki sanat ve ahşap sütunlar bu camiye farklılık ve özellik katmakta. Küçük minaresi ve havuz 1917 yılında ilave edilmiş.

Şu bir gerçek ki Buhara’da tarihi eserler kadar en çok dikkatimi çeken eser, Nasreddin Hoca’nın heykeli oluyor. Özbekler, Nasreddin Hoca’nın Özbek olduğunu iddia ederek Leb-i Havuz Meydanı’na, yani Buhara’nın tam ortasına eşeğine binmiş şekilde bir heykelini yapmışlar. Ama bu Hoca eşeğine düz binmiş, oldukça zayıf ve sportmen bir görünüşü var. Her hediyelik eşya satan dükkanda da üzerinde Nasreddin Hoca resmi olan hediyelik eşyalar satılıyor. Nasreddin Hoca’yı en az bizim kadar seviyorlar.
TİMUR’UN DOĞUM YERİ
Buhara’da gezilecek çok fazla tarihi eser var, hepsini bir seferde gezmeye zaman yetmez. Onun için sabah saatlerinde Buhara’dan ayrılmak ve Semerkant’a doğru yol almak zorundayım. Yolumun üzerindeki Timur’un doğduğu şehir olan Şehrisebz’e (Yeşil Şehir) uğruyorum. 2700 yıllık bir tarihe sahip bu şehirdeki en önemli eser, şüphesiz ki bugün yalnızca görkemli giriş kapısının duvarları duran ve Timur tarafından yaptırılıp 17. yüzyılda Buharalı Abdullah Han tarafından yıktırılan Ak Saray. Şu anda sarayın önündeki geniş meydanda Timur’un büyük bir heykeli duruyor. Heykele yüzümü döndüğümde görüntüsü, Ak Saray’ın kapısının tam ortasına düşüyor.


Diğer önemli tarihi buluntu da, Timur yaşarken kendisi tarafından yaptırılan türbesi. Yerin altında çok küçük bir alan içerisinde tek parça mermerden yapılmış bir lahitten meydana gelen son derece basit bir türbe. Merdivenlerle aşağı iniliyor. Sanki Timur’un mezarının bulunmasını önlemek maksadıyla gözlerden saklamak için yaptırılmış görüntüsü var. Ancak Timur buraya gömülmemiş. Türbesi Semerkant’ta bulunmakta.

Dorus-Siadet Türbesi’nde Timur’un iki oğlu Cihangir ve Ömer Şahların mezarları bulunmakta. Harezm usta ve mimarları tarafından yapılan bu türbe, Harezm mimari tarzının zamanımıza kadar gelen güzel bir yansıması. Kompleks içerisinde bulunan Gök Kümbet, mavi çinilerle kaplı kubbeleri ile dikkat çekici.
Şehrisebz’deki gezimi de tamamlayıp Semerkant’a doğru yola çıkıyorum. Bakalım dillere destan olan bu şehri nasıl bulacağım. Ancak daha yolum var, daha ne gibi sürprizlerle karşılaşırım bilemiyorum
Hoşça kalın.
Yazı ve fotoğraflar: Olay Salcan

13 Nisan 2018 Cuma

Yozgat'ta Bir Haftasonu

İnsana gezmek virüsü bulaştığında yer ve zaman mefhumu ortadan kalkıyor. Nereye ve ne zaman olursa olsun ama kafasına uyan olsun tamamdır. Bir geziye katılmaya karar vermenin en önemli unsurları güvenlik ve konfordur. Bunları sağlayan bir firma ile seyahat yapmanın tadına doyulmaz. 
Böyle bir turizm şirketini çok aramaya gerek yok. Gerek yurt dışında ve gerek ise yurt içerisinde defalarca beraber seyahat ettiğim Tempo Tur, bu işin doğru adresi. Uzun senelerin verdiği tecrübe, çalışanlarının profesyonelliği ve verdiği kaliteli hizmet ile alanında öne çıkan bir kuruluş.

Gezi yerlerini inceleyerek titizlikle seçmeleri, konforlu araçları ve üst düzey rehberleri ile gezilere katılan gezginlere verdikleri hizmet dikkat çekici. 
Dünya ve Anadolu’yu gezginlere tanıtma gayreti içerisinde olan Tempo tur, sınırları aşan hizmet anlayışı ve geniş gezi repertuarı ile senelerdir bıkmadan ve yorulmadan bu hizmeti sürdürmenin aşkı içerisindedir.
Durmadan yeni destinasyonlar üzerinde çalışan ve bunları büyük bir titizlikle gerçeğe dönüştüren kuruluşun bu tempo içerisinde gelecekte tüm dünyaya ve Anadolu’ya ulaşan bir gezi ağı oluşturması hayal görülmemelidir.
Ben de kuruluşa duyduğum güven içerisinde Yozgat’a yapılan geziye katıldım ve gezi sonunda umduğumun ötesinde mutlu oldum. Peki bu gezide nereleri gezdim ve neler gördüm? Bunları sizlere anlatmaya çalışacağım. 
Yozgat, birçok medeniyetlerle kucaklaşmış ve harmanlanmış bir şehir. Şehir içerisinde şehri güzelleştirmek, tarihi ve kültürel zenginlikleri ortaya çıkarmak adına oldukça ciddi çalışmalar yapılmış ve yapılmakta. Bu değerli kazanımların gerek Yozgat’a ve gerekse ülkemize olumlu yansımaları muhakkak ki olacaktır. Gördüğüm kadarı ile bu çalışmalar büyük bir gayret ve hevesle sürdürülmektedir. 
Örneğin Yozgat Belediyesi tarafından birçok tarihi konak ve ev restore ettirilmiş ve hizmete açılmıştır. Bu tarihi konak ve evler, müze, butik otel, lokanta, kafeterya, kültür sanat merkezi olarak kent kültürünün yaşatılmasına önemli katkılar sağlamakta ve kültürel hazineler olarak şehrin vazgeçilmez değerleri haline gelmektedirler. Görünüşleri ile de şehrin alışılmış görüntüsüne renk katmaktadırlar. 
Bu tarihi konaklardan birisi olan Nizamoğlu Konağı, 1985 yılından itibaren Yozgat Müzesi olarak kullanılmaktadır. Görülmeye değer bu müzede arkeolojik ve etnografik eserler bulunmakta.





Etnografik bölümde sergilenen 2800'den fazla eser arasında yöresel kıyafetler, mutfak eşyaları, kilimler, el yazmaları, ahşap malzemeler, silahlar ve halı dokumaları bulunmakta.
1640'tan fazla heykel, pişmiş toprak lahit, mezar buluntuları, tabletler, sikkeler ve mühürlerin sergilendiği  Arkeolojik bölüm de zengin bir koleksiyona sahip.
Benim en çok dikkatimi çeken ve hayranlıkla gezdiğim yapı, hiç kuşkusuz 1800 yılında inşa edilen Başçavuş Camii. Dışarıdan bakıldığında sade yapısı ile dikkatleri üzerinde toplamayan bu caminin içerisi olağanüstü. Girer girmez alışılmışın dışında, tamamen farklı bir şekilde dekore edilmiş iç mekanı ile bu cami insanı şaşırtıyor. 
İçi ince çubuklar üzerinde taşınan kubbeyi andıran bir bezeme ile bezenmiş yarım yuvarlak nişi, yanları burmalı ince sütunları ve bir vitray pencere ile taçlandırılmış mihrabı, dikkatleri üzerine çekiyor. 
Alt tavanı, alt ve üst duvarları, pencere üzerleri ve araları tamamen kalem işi nakışlarla süslü Harim, Anadolu’da bulunan klasik cami örneklerinden çok farklı. Duvarların alt kısımlarında mermer taklidi panolar, dal motiflerinin oluşturduğu baklava dilimleri içinde ufak çiçek motifleri, pano içlerinde resmedilen doğa manzaraları, kır yapıları, köşkler, çadırlar, köprüler, yel değirmenleri, dereler, çeşmeler, küçük camiler ve kepenklerini açmış dükkânlar camiye geniş ve üç boyutlu bir alan görüntüsü vererek ibadet edenlere son derece huzur verici bir ortam sağlamakta. 
Anadolu’da çok az olarak gördüğüm bu çeşit bir camiye Yozgat’ta da rastlamak olağanüstü bir durum ve son derece memnuniyet verici. Her zaman söylerim Anadolu, sürprizlerle doludur. Ben Anadolu gezilerim sırasında bu durumla hep karşı karşıya gelirim. Bu Anadolu’ya özel bir durum ve zenginliktir.
Ben geziyorum diyen her gezginin mutlak görmesi gereken bir yapı Başçavuş Camii. Bu muhteşem eseri görmek, büyük bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalığa da yalnızca gezenler sahip olabilir.






Yozgat’ta dikkati çeken en önemli eserlerden birisi de Çapanoğlu (Ulu) Camii’dir.
Osmanlı Devleti döneminde mimari özellikleri ve cami iç süslemeleri itibarıyla Anadolu’daki ilk Avrupai barok üslubunu yansıtması ve kendi sahasında bir ilk olması açısından son derece değerli bir yapıdır. Avrupa etkisindeki Türk mimari tarzının Anadolu’daki önemli örneklerinden birisidir.



İki ayrı tarihte inşa edilen iç ve dış cami bölümlerinden iç cami, Çapanoğlu Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey tarafından 1779 yılında; dış cami ise kardeşi Süleyman bey tarafından 1795 yılında yaptırılmıştır. 
Şehrin her yerinden görülebilecek konumda inşa edilen ve dikkatleri üzerine çeken cami, ince minaresi, yüksek kasnaklı kubbesi ve köşe kuleleri ile Yozgat’ın sembolü haline gelmeyi hak ediyor.
Caminin dekorasyonunda çoğunlukla kalem işi süslemeler kullanılmıştır. İç ve dış caminin harim duvarları, üst duvarları, kemer kavsi ve karınlarında mermer taklidi boyamalar yer almaktadır. Dış caminin ana kubbesi içinde, iç cami kubbesi ve pandantiflerinde kıvrık dallar, yapraklar, çiçek ve meyve tasvirleriyle yapılan süslemeler, camiye farklı bir görüntü vermektedir.
Dış camiden asıl harime girişteki yapının ilk taç kapısı, zengin ve görkemli bir kompozisyon oluşturmuştur. Akantus yaprakları, C ve S kıvrımları, deniz kabuğu motifleri mihrap çevresini taçlandırmaktadır. Minber ise, renkli damarlı mermerlerden, barok motiflerinin de yer aldığı çeşitli şekillerle işlenmiştir.
Yozgat’ın sahip olduğu değerleri, yalnızca bunlarla kalmıyor. Şehirden ayrılmadan önce kesme sarı taştan yapılmış tarihi Askerlik Şubesi  ve Lise binası  ile saat kulesi (10) görülmeye değer yapılar. 




Ancak yazım burada bitmiyor. En görülmesi gerek ve bu gezinin olmazsa olamazı olan tarihi eseri sona sakladım. 
Basilica Therma (Aqua Sarvenae). 


Yozgat’a 77 km. uzaklıktaki Sarıkaya’da bulunan Roma dönemine ait hamam, zamana, insan ve doğanın tahriplerine rağmen kısmen ayakta kalabilmeyi başarabilmiş ender eserlerden birisi. Antik dönemden bu günümüze yalnızca harabe olarak gelebilmiş bu muhteşem eserin, önemli kaplıca merkezi olduğu yapılan araştırmalar sonucu gün yüzüne çıkarılmıştır.
Roma Kral Kızı Hamamı diye bilinen Sarıkaya Kaplıcaları’nın dillerde dolaşan bir de peri masalı var. Bu efsaneye göre Kayseri'de oturan Roma krallarından birinin kızı, doktorların teşhis edip tedavi edemedikleri bir hastalığa yakalanır. Tedavisi bulunamayan hastalık, gün geçtikçe ilerlemekte ve kız artık yürüyemez halde gelmektedir. Kralın kulağına şimdiki Sarıkaya’nın bulunduğu yerde sıcak sudan oluşan göletteki balçık halinde çamurlu bölgenin bu çeşit hastaları iyileştirdiği haberi gelir. Tüm olanakları deneyen kral, küçük kızını son çare olarak bu sıcak suyun bulunduğu yere gönderir. Kız, bir müddet burada kalır. Gün geçtikçe kızın hastalığı iyi olmaya başlar. Sonunda tamamen iyileşir. Kral da, buraya mermerden bir havuz yaptırır, etrafı kesme büyük taşlarla çevrilir. Kısa sürede ünü dünyaya yayılan bu hamam, bir cazibe merkezi haline gelir. Bunun sonucu olarak da önceleri kimsenin olmadığı bu havuz çevresinde bir şehir oluşur. Kralın kızının adı bu yeni şehre verilir. Bu şehrin adı artık "Öper" veya "Hoperi"dir. Bu şehir, bir deprem sonucu yok olur ve sadece hamamların olduğu bölge kalır.
Burası, Sarıkaya’nın evleri arasında kaybolmuş bir yer iken kamulaştırma çalışmaları sonucunda hamamın çevresindeki binalar yıkılmış ve hamam ortaya çıkmıştır. Ancak Anadolu’nun kaçınılmaz kaderi olan kötü yapılaşma nedeni ile etrafının halihazırdaki görüntüsü hamamın muhteşem görüntüsüne olumsuz olarak yansımaktadır. Büyük bir gayret içerisinde olan yetkililerin yıkım işlemleri ve çevre düzenlemesini tamamlamalarından sonra bu eserin görüntüsünün çok daha gösterişli olacağına inanıyorum. Sabırsızlıkla bu günü bekliyorum.
Ben inanıyorum ki tüm çalışmalar tamamlandıktan ve en son hali ile ziyarete açıldıktan sonra bu eser, ören yerleri içerisinde hak ettiği yeri alacak ve ilgi odağı olacaktır. Muhakkak görülmesi gereken ve olmazsa olmaz bir eser.
Hoşça kalınız. 
Yazı: Olay Salcan
Fotoğraflar: Nazire Zeynep Oranç ve Olay Salcan

9 Nisan 2018 Pazartesi

ATA DİYARI TAŞKENT, ÖZBEKİSTAN

Dünyada birçok ülkeyi görme fırsatım olduğundan dolayı kendimi ne kadar çok mutlu hissediyorsam, Türk Devletlerini bu güne kadar görememekten de o kadar mutsuz hissediyordum. Bu eksikliği hep hissetmişimdir. Ancak sonunda şeytanın bacağını kırarak Özbekistan’a, ana yurdumuza, ata topraklarına gittim. Özbekistan’da gördüklerimi kaç yazıda anlatabileceğim hakkında hiçbir bilgim yok. Başladık bir kere; kaç yazılık bir dizi olur göreceğiz.İnsan, Özbekistan’da kendini tamamen Türkiye’de hissediyor. Türkiye’den hiç ayrılmamışsın da, oturduğun şehirden ayrılıp başka bir şehre geçici olarak gitmişsin gibi geliyor insana. Özbekistan’ın hiçbir şeyini yadırgamadım. Tarihi camiler, medreseler, hele insanlar, her şey ama her şey aşina olduklarımız. İnsanları görülmeye değer. Konuşkan, güler yüzlü, cömert, misafirperver, hoş görülü, sevecenler. Gençler, çocuklar ve özellikle kadınlar; bir anda etrafınızı sarıyorlar. Fotoğraf çektirmekten, konuşmaktan ve hatta şakalaşmaktan büyük keyif alıyorlar. Yalnızca onlar mı, bizlerde büyük keyif aldık. O kadar güzel insanlar ki, etrafımızı sardıklarında, mutluluk, neşe ve enerji oluşturuyorlar. Bazen bu güzelliğe kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki, programı bile aksattığımız oluyor. Özellikle kadınları, bizim tam Anadolu kadınımız. Giyinişi, yürüyüşü, kendinden emin hali, asaleti ve duruşu ile aynısı. Alnını açarak baş örtüsünü bağlayış şekli de aynı. Hatta baş örtüsü öne doğru geldiğinde, avucunun içi ile başörtüsünü yukarı doğru sürerek kaldırışındaki benzerlik ve güzellik şaşırtıcı. Kendimizde olan bazı davranışları buradaki insanlarda görmek bambaşka duygu. Yani burada bizden ve kendimizden bir şeyler görmek, sahip olduklarımızın kökleri ile karşılaşmak, heyecan verici.
Özbek’lerle anlaşmak kolay. Türkçe konuşuyorlar. Ancak bizimki Türkiye Türkçesi, onlarınki Özbek Türkçesi. Rakkamlar okunuşuna varıncaya kadar aynı. İlk günler pek anlaşılmıyor, ama daha sonra kulak alışınca bir şeyler anlayabiliyoruz. Bizdeki “e”ler onlarda “a”; “v”ler “b”; “d”ler “t” okunuyor. Tabii ki Farsça’nın da etkisi var. Bazı kelimeler aynı olmasına rağmen kullanım yerleri ayrı. Örneğin “ayol” kelimesi bizde var, ama onlar ”kadın” manasında kullanıyorlar.
Binlerce yıldır, Türklük’e ve geleneklere bağlı kalmış ve yaşatmışız. Bu gün yeryüzünde hala Türk milletinin var oluşunun nedeni bu olsa gerek. 70 yıl Rusların büyük bir baskısından sonra Özbekistan’da hala bunu görebilmekten hem gurur duydum hem de gözlerim yaşardı. 
TAŞKENT
Özbekistan’da ilk durağımız Taşkent. Taşkent hava alanına girerken pasaport kontrolünden rahat bir şekilde geçiyoruz. Ancak gümrük kontrolüne geldiğimizde durum hiç de iç açıcı değil. Çok sıkıntı verici. Gelen çok kişi yok, ama Türkiye’den gelen Özbeklerin valizleri çok fazla ve büyük. Turistler ve Özbekler aynı gümrük kontrolünden geçiyorlar. Herkesin eşyaları x-ray cihazlarından geçirilerek kontrol ediliyor ve sonra Özbeklerin valizleri tek tek açılarak aranıyor. Bu da saatler alıyor. Biz hava alanında gümrükten geçmek için iki saatten fazla bekledik. Ufak ve havasız bu yerde uzun süre beklemek hiç hoş değil. Bunları okuduktan sonra sakın Özbekistan’a gitmekten vazgeçmeyin. Çünkü Özbekistan’da görecekleriniz, bunları size unutturacak kadar güzel. 2200 yıllık bir geçmişi olan Taşkent, Sovyetler Birliği zamanında Moskova, Kiev ve St. Petersburg'dan sonraki dördüncü büyük kent imiş. Günümüzde, nüfusunun yaklaşık beşte dördü Özbek olan bu kent, farklı birçok ulus yanında özellikle Rus, Tatar ve Yahudileri de barındırıyor. Düz bir arazi üzerine kurulu kent, 2,5 milyon nüfusa sahip. Taşkent, gördüğünüzde kıskanılacak kadar düzenli ve geniş yolları, büyük parkları, yüzyıllık ağaçları olan bir şehir. En güzel tarafı da, bu kadar geniş yolları olmasına rağmen araç sayısının çok az olması. Bu geniş caddelerde araç o kadar az ki, karşıdan karşıya hiç acele etmeden kolayca geçebiliyoruz. Ama parkları, inanılmaz. Ağacı sevmeyen ve gördüğü yerde kesip yerine bina yapanlar, bina ile yeşillik arasındaki büyük farkın, farkında olmayanlar olsa gerek.
Taşkent’in en güzel yeri, yerin üstünde değil, altında. Yani metrosundan bahsediyorum. Burada rayları görmesek ve arada bir tren geçmese, kendimizi ya bir sanat galerisinde ya da güzel sanatlar müzesinde sanacağız. O kadar güzel düzenlenmiş ki, duvarlara baktığımız resimlerin yarattığı sanat galerisi havasını tren sesi bozuyor. Her durak, farklı şekilde tasarlanmış ve dekore edilmiş. Örneğin; “Kozmonotlar Durağı” tam bir uzay üssü, “Pahtakâr” yani “Pamukçu Durağı” pamuk tarlaları. Bu kadar gelişmiş bir metro sistemine sahip olmasına rağmen şehrin üstündeki toplu taşıma sistemi gelişmemiş. 
İpek yolu güzergahı üzerindeki önemli yerleşim yerlerinden birisi olan Taşkent, bu zamanlarda son derece hareketli ve zengin bir görünümde imiş. Bu nedenle de şehirdeki alış veriş merkezleri, büyük mimari yapılar dikkati çekmekte. Medreseler ve camiler turkuaz renkli kubbeleri ve çinileri ile geçmişten geleceğe bir ışık gibi parlamaktalar. Özbekistan’da başarılı ve ciddi bir restorasyon çalışması sürdürülmüş. Çok sayıda tarihi eser restore edilerek kazandırılmış. Daha birçok eser, restore edilmeyi bekliyor. Özbekistan, sahip olduğu değerlerle gerçekten bir tarih ve kültür hazinesi. Görülecek çok yer var. 

XVI. yy. ikinci yarısında Abdullah Han zamanında bilim adamı ve şair olan Kulbobo Kukeltaş için yaptırılan Kukeltaş Medresesi,


                                                                                     

Keffal Şaşi Türbesi , 


İlk bölümü XV. yy’da yapılan Barak Han Medresesi, Ebul Kasım Medresesi, Kaht-ı İmam Külliyesi  görülecek yerlerin başında geliyor. 





Ancak en güzel yerlerinden birisi, Çar-su (Dört Su) dedikleri pazar yeri ve alış veriş merkezi (resim-11). Burada kadınlı ve erkekli her yaştan yöre insanlarını, yetiştirdikleri ve yaptıkları ürünlerini görme ve ülke hakkında en iyi bilgiye sahip olma şansı doğuyor. Taşkent, son derece iyi düzenlenmiş ve tertemiz kapalı pazar yerine sahip. Burada gördüğüm ve beni şaşırtan yoğurtları oldu. İlk başta bir şeye benzetemedim, sonra peynir olduklarını sandığım yoğurtları, beyaz renkte ve yaklaşık golf topu büyüklüğünde, katı olarak ve işin tuhafı bizim manav dükkanlarındaki portakallar gibi üst üste koyup satılıyor.

Hz. Osman zamanında ceylan derisine yazılmış olan Kuran-ı Kerim, görülecek önemli eserlerin başında geliyor. 
1966 yılında olan büyük depremde önemli bir zarar gören Taşkent yeniden inşa edilmiş. Bu depremde yaşananları hatırlatmak maksadıyla dikilen Deprem Anıtı, etkileyici ve hüzün verici.

Ali Şir Nevai Anıtı , Halklar Dostluğu Parkı’nın huzur veren güzelliği ve sakinliğine bir ihtişam katıyor.





Emir Timur Parkındaki Timur Heykeli  Taşkent’i gezerken gözünüze hep çarpacak kadar gösterişli. Hemen yanındaki Emir Timur Müzesi oldukça iyi bir müze.
İkinci Dünya Savaşı sırasındaki çarpışmalarda, Rus saflarında ölen 250.000 Özbek askeri için yapılan ve isimlerinin de yazılı bulunduğu anıt ile geniş bir alana yayılmış Özgürlük Meydan, görülmeye değer.



Ancak, Taşkent’te dolaşırken hep birinden çıkıp diğerine girilecek ve içerisinde dolaşırken keyif alınacak, biz de olmayan, gürültülü ve stresli ortamda biraz kafamızı dinleyebileceğiniz o güzel parklarını dolaşın. Ben dolaşırken çok keyif aldım.

Yazı ve fotoğraflar: Olay SALCAN